Sahir Erozan
Şiirsel hikayesi olan bir aile var arka planda, dedeniz şair, aynı zamanda politikacı, o zamanın milletvekili... Böyle bir aileden gelmenin yükünü hissettiniz mi büyürken? Hatta şöyle demişsiniz; ailedeki “herkes doktoralı ben bunun yükünü de birazcık taşıdım.”
Blacksheep diyebilirim kendim için... Şaka bir yana tabii ki benim ailem de isterdi diplomat ya doktor ya da mühendis olmamı... Şimdi çoğu liberal ailede belki böyle bir durum yok bilemiyorum; ama o dönem öyle bir beklenti vardı. Fakat yine de benim ailem hiçbir zaman benim üzerimde bir baskı kurmadı. Hatta 15-16 yaşından beri çok serbesttim, yatılı okul, anne-baba pek başında olmayan bir çocuktum. Ayrıydı annemle babam. Büyükannem sağolsun, o bir iki şey söylemeye çalışırdı arada sırada. Kimse “bunu yapma, şunu yapma” demedi, bazen anca kendiniz deneyimlediğiniz zaman doğruları kavrayabiliyorsunuz; baskıyla hiçbir şey çözülmüyor. Ben ailem gibi çok kitap okuyan bir insan olmadım; ama güncel haberlere meraklıydım; gazete okurdum hep, hala da öyleyim sadece Covid’le birlikte gazete alışkanlığımdan tekrar bilgisayara döndüm.
O zaman çocukluktan başlayan bir politik gündem merakından söz ediyoruz...
Merakım tabii ki olmuştu çünkü ben hep büyüklerin oturduğu rakı masasında büyüdüm, babamın yanında, karşımda, Türkiye’nin o günkü politikacıları, gazetecileri vardı. Hayatım hep öyle geçti benim. İster istemez fikir sahibi oluyorsunuz. ABD’ye üniversiteye gittiğimde de aslında ülkede yoğun bir gündem vardı; baya bir keşmekeşin içinden çıkıp gittim. Sağ-sol kavgaları; kaç kişi öldü benim sınıfımdan hatırlamıyorum... Yani aslında o dönemde insan ister istemez bazı konularda taraf oluyor.
Ben çok küçük bir Türkiye’de büyüdüm; yurtdışına çıkarken 600 Dolar’dan fazla para alamıyordunuz yanınıza. Yabancı marka bir şey gördüğünüzde çok heyecanlanıyordunuz. 10 Dolarlık bir şey olsa bile. Her şey limitliydi. Ama çok mutluyduk, bir şekilde o mutsuzluğun içinde mutlu bir hayat vardı Türkiye’de. Tabi bu nüfusla, iş imkanıyla alakalı şeyler, ailelerin gücü yetiyordu birbirlerini taşımaya. Şimdi çok büyüdü Türkiye. Hayat çok daha zorlaştı. Türkiye’ye özgü bir şey değil, bütün dünya böyle oldu. ABD’ye ilk gittiğimde küçücük bir ülkeydi, köy gibi bir yerdi. Washington‘da şimdi her şey çok devasa oldu. O zamanlar başarı imkanları, önüme açılan şanslar şu an herkese açılmıyor.
Gitme kararınızdan bahsedecek olursak; o dönem İTÜ’de okuyorsunuz ve bırakıp Amerika Birleşik Devletleri’ne gidiyorsunuz?
Bırakıp demeyelim. Pek okula da uğradığım yoktu açıkçası. Çok zor bir durum bunu anlatmak. Ben okulu hiçbir zaman iftihar ya da teşekkürle geçmezdim, ama hep sınıfımı geçerdim. Biliyorum ki insanlar orada yolunu bulamıyorlar, tam ne istediklerini vs. ama en azından üniversiteyi bitiriyorlardı. Ben de muhtemelen bitirecektim. Ama o kargaşada disiplinim tamamen bozuldu, tabii yatılı okuldan gelip ayda bir okula git-gitme, devamlı olaylar oluyor; birdenbire koptum okuldan. ABD’ye varınca da çok kolay geldi oradaki okul. Ben daha ikinci ayda kendime iş buldum.
O hikaye de çok konuşuluyor; “otele girip bulaşıkçılık yaptı” diye. Hikayenin orijinali nasıl?
Bir kere böyle bir şey söylemiş bulunduk, sürekli bu kısmı kullanıyorlar ki kullansınlar; ne olacak? Beni hiç rahatsız eden bir konu değil. Gurur duyuyorum yaptığım her şeyle ve bu aslında çok komik bir hikaye. Aslı şöyle: Ben geldim Georgetown’dayım, yurda yerleştim. Ama tam anlayamıyorum çevremi. Günler geçiyor etrafımı izliyorum; bende bir sürü ceket var, süveter var. Çocuklara bakıyorum; iki tane kotları, üç tane gömlekleri var. Hep aynı şeyleri yıkayıp yıkayıp giyiyorlar, evin aşağıdaki salonunda herkes yerlerde yatıyor, bira içiyor. Dedim herhalde ben fakir ülkeden geliyorum diye fakir bir grubun arasına koydular. Derken bir buçuk ay oldu okula başlayalı, Şükran Günü geldi. O zamanlar ben ne olduğunu bilmiyorum Şükran Gününün. Yurdun kapısında bir limuzin gördüm; o tek kotla gezen oğlanın ailesi göndermişti. 1978’den bahsediyoruz. Özel uçağı havaalanında bekliyormuş, ailesi alıyor golfe götürecekmiş. Bir tanesi Singapur’a uçmuştu. Bütün ev boşaldı, ben kaldım. Benim aylık giderim; okul, yemek vb 300 Dolar’dı; tüm bunlar ödendikten sonra elime 80 Dolar harçlık kalıyordu. Onlara bakıyordum 5 Dolarları yok ceplerinde.
Okulda arkadaşlarım devamlı bir yerlere kayboluyor, neredeydiniz dediğimde “çalışıyoruz” diyorlar, bir baktım herkes bir yerde çalışıyor. Babası Porto Riko Anayasa Mahkemesi’nin başında olan bir arkadaşım Jamie’ye “Peki sen ne yapıyorsun?” dedim beni okul kafeteryasına götürdü. O dönemler okullardaki, hastanelerdeki kafeteryaları Marriott işletiyor, otelleri yok. Kapıda karşılandım; elime bir form verildi ve doldurur doldurmaz köşeyi döndük, bir kapıyı açıldı; elime eldivenleri verdiler ve kendimi bulaşıkların içine buldum. Üstümde önlük, bulaşık yıkıyorum. Birdenbire, aslında gururlanacak şeyken tam tersine önce çok utandım, ne yapacağımı şaşırdım. “Niye böyle oldu, Türkiye’den geldim ABD’de bulaşık yıkıyorum” dedim. Aslında tamamen gençliğin verdiği o toylukla...
Derken başka bir iş; bir baktım 100 Dolar elime geçiyor; hoşuma gitti; dışarıda çalışmaya başlayayım dedim ama iznim yoktu. Advisor beni çok seviyordu, git dedi immigration’a. O zamanların ABD’sinde herkes o kadar iyi niyetli ki, herkes kolay. Bana 40 saat çalışma izni verdiler; kışın da 20 saat. Ben havalara uçuyorum geri geldim, advisor beni Hilton’a yolladı. “Benim arkadaşım İK,” dedi, “Onların devamlı adama ihtiyacı var alır seni işe.”. Adam rahat bir 150 kilo var, Hawaiili. “Ne yaptın daha önce?” dedi, “annemin otelinde çalıştım vs.” atmaya başladım. “İyi,” dedi, “ne yapmak istiyorsun?” dedi, front deskle PR arasında guest relations’da diye uzun uzun anlatıyorum. Ama aslında İngilizcem çok kötü; “böyle bir iş yok ama yukarıda havuzun yanındaki restoranda garson arıyorlar, ister misin?” dedi, “John’u bul” dedi, tak diye gittim oraya, John’u buldum.
O zamanlar NCR makineleri vardı. Bir gün onla eğittiler beni. Unuttuğum bir nokta vardı, benim İngilizce ve içki bilmemem. Ne aklıma gelecek, öğle yemeğinde Amerikalılar çok içki içiyordu, şimdi o kadar değil. Çalıştığım yerin bir convention oteli olduğunu bilmiyorum; düşünsene insanlar bir anda kongreden çıkıyor; inanılmaz bir kalabalık. İlk masayı bana verdiler. Ne içmek istediklerini sordum. Ve sonrası bir karambol. Alınamayan bir sipariş sonrası kovuldum tabi.
Ama inanılmaz bir gözükaralık da var...
Evet, bir hırs var. Otele gittim hem ağlıyorum hem sinirleniyorum ama pes etmek yok, baktım front desk’e adam arıyorlar; 100 kelimeyle Speedy Gonzalez gibi İngilizce konuşuyorum. Gittim, adam çok sevdi beni; işe girdim ama çok büyük bir yer; 600 oda var, resepsiyon inanılmaz uzun. Üç kişiyiz görevli ve devamlı telefon çalıyor. Telefonu açıyorum karşıdan: “Are you occupied?” diye soruyorlar ama ben anlamını bilmiyorum. Çakallık bu ya hemen yanımdaki arkadaşa “Are we occupied?” diyorum “No, take the reservation.” diyor. Bir yazda İngilizce öğrendim. Lisan okulu falan palavra, bir yazda İngilizce. Oradan Watergate’e geçtim, orada benim hayatım değişti. Elizabeth Seaver(?) (20.03) Swiss-German.
Orada iyi bir hikaye var sanırım?
Elizabeth Seaver adında çok sert bir kadınla tanıştım; asker gibi, fakat süper okullu. Ben skandaldan birkaç sene sonra gittim. Seaver beni sevdi; o da yeni gelmiş nefret ediyor garsonlardan, müdürlerden... Hepsi kumar oynayan, tipik, mafya gibi; sürekli işten çıkarmalar oluyor. Duyuyorum ki ABD’ye ilk defa iki Michelin yıldızlı bir restoran gelecek: Jean-Louis diye, Allah rahmet eylesin, benim çok iyi arkadaşımdı. Kadın restoranın Sommelier’sini attı işten, “Burada seni eğitelim, ister misin?” dedi. “Tabi,” dedim. Orasının genel müdürüyle birlikte eğitilmeye başladım. Jean-Louis açıldı, oraya geçtim. Oradan sonra hayatım değişti garsonluğu, sommelier’liği öğrendim. Oradan başka restoranlar... Çok ama çok şanslıydım; haftada 1000 Dolar kazanmaya başlamıştım belki de o dönemin cumhurbaşkanından fazlaydı.
Ondan sonra başka restoranlarda yine garsonluk yaptım. O zamanın top notch, en pahalı, en lüks restoranlarıydı. Ondan sonra birkaç ucuz yerlerde çalıştım. Tekrar okula dönmeye çalıştım, bu kadar zaman ailem zannediyor ki okula gidiyorum. Toparlamaya çalıştım ama o kadar uzaklaşmıştım ki okuldan toparlanacak gibi değildi. Derken Cafe Med çıktı önüme, eskiden gittiğimiz bir yerdi. Çok meşhur bir yerdi. Baktım kapanıyor. Önünden geçerken müdürünü gördüm. “Kahve içelim,” dedi. Adam anlatıyor dertlerini; batmışlar, vergi borçları vs. Dedim ben de hep bir yere bakıyorum, bir ailemle konuşayım... Palavra atıyorum tabii. Borçlarını devraldım. Anlaştım herkesle; arkadaşlarımdan borç alarak burayı cebimde 5 kuruş olmadan açtım. 2 hafta sonra kapıda kuyruk vardı.
O cesur adımı atmak da zordur ama bir şey sizi hep bu tarafa itmiş gibi?
Bazı insanların bazı şeylere genetik yatkınlığı oluyor. Benim babam mesela harika Türkçe konuşur. Hem çok zekidir, hem de yazısı mükemmeldir... Genetik, dededen geliyor muhtemelen ama bana o geçmedi mesela; ben öyle güzel konuşmuyorum. Ama mesela annemden geçen yanlar var; girişimci olmak gibi, bir şey yaratırken vizyonun olması gibi... Herhalde babadan daha az özellik almışım.
Açtıktan iki hafta sonra kapıda kuyruk oluyordu dediniz. O kuyruk nasıl oldu?
Şans, kesinlikle öyle. Şöyle söyleyeyim sana, orası çok kolay batabilirdi. Çok ufak paralar kazanıyordum. Açtık birinci hafta böyle komik bir rakam geçti elime; yani kiranı ödeyemezsin o parayla. Bir oğlan geldi babası çok meşhur Floransalı bir ressam, Leonardo değil belki ama, o zaman 300-500 bin Dolar’a satan önemli bir adam. Tabi ki İtalyan, blazer, bluejean giymiş; “doğum günüm var, herkesi çağırmak harika bir parti vermek istiyorum mekanında” dedi. 2000 Dolar’a anlaştık ki ben o zaman haftada 1000 Dolar kazanıyorum. 14 kişilik bir yemek daveti ardından 100-150 kişilik bir blacktie parti. İki İtalyan da DJ gelmiş okuldan; yer yıkıldı; herkes bayıldı. O anda düşündüm; Türk aklı tabi; o iki DJ’le, perşembe-cumartesileri çalmaları için anlaştım; çünkü okuldan arkadaşlarının geleceğini biliyordum. Bir hafta sonra kapıda kuyruk vardı. Ondan sonra geceleri büyüttük.
Ve hep bir değişim var yaptığınız işlerde, böyle de ifade ediyorsunuz. Sonra bir New York’a araştırması ve ardından Cities...
İyi ki de New York’ta denemedim diye düşünüyorum şimdi. Yapmadım New York’u çünkü o zaman dağılacaktım. Ben hayatta bir şeyi öğrendim bu kadar senenin sonunda, çok kibirli bir söz ama bir Türk lafı “her horoz kendi çöplüğünde öter” diye. Bu şeye geliyor: bir yerde, bir işte başarılıysanız onu başka bir yere taşıdığınızda aynı şey olacak diye bir garanti yok. O günün dünyasında Washington’un kültürel yapısına, benim karakterim, benim yaşam tarzım, her şeyim uydu. New York bambaşka bir yerdi. Washington daha entelektüel; blue color, herkes üniversiteli, politik. Çocukluğumdan beri yaşadığım hayata daha uygun. New York daha snop; uyar mıydım uymaz mıydım bilemiyorum. Washington’dan sonra New York’a uyamazdım gibi geliyor bana. Cafe Med’den sonra da Cities oldu; 18-19 yıl gitti.
Cities konusuna gelecek olursak; bambaşka bir deneyim. Bir şekilde eğlence kültürüne de aslında bir imza bırakıyorsunuz; her hafta, her ay değişen bir konsept yaratarak.
O zamana göre hakikaten baya deli projelerim vardı. Şimdi düşününce yoruluyorum. Nasıl yapmışım, düşünsenize bir ülkeye gidip üç ayda bir başka bir ülkeye, yanımda adamlarla, duvar resimleriyle.. Her şeyimi taşıyıp oradan oraya...
Röportaj: Derya Gürsel Fotoğrafçı: Mustafa Nurdoğdu
Curated Magazine No.12 sayısı için tıklayınız.