arrow-left icon arrow-right icon behance icon cart icon chevron-left icon chevron-right icon comment icon cross-circle icon cross icon expand-less-solid icon expand-less icon expand-more-solid icon expand-more icon facebook icon flickr icon google-plus icon googleplus icon instagram icon kickstarter icon link icon mail icon menu icon minus icon myspace icon payment-amazon_payments icon payment-american_express icon ApplePay payment-cirrus icon payment-diners_club icon payment-discover icon payment-google icon payment-interac icon payment-jcb icon payment-maestro icon payment-master icon payment-paypal icon payment-shopifypay payment-stripe icon payment-visa icon pinterest-circle icon pinterest icon play-circle-fill icon play-circle-outline icon plus-circle icon plus icon rss icon search icon tumblr icon twitter icon vimeo icon vine icon youtube icon

Ayşe Boyner & Elif Boyner

Ayşe Boyner & Elif Boyner

Ayşe Boyner

Güzellik bir “kalıba” sığar mı?

Sığdırmamalıyız, keşke sığdırmasak. Bu kalıplar bize kendimizi o kadar yetersiz hissettirebiliyor ki. Ya da en güzeli yeni kalıplar yaratsak; insanın içi ne kadar güzelse dışı da o kadar güzel desek. Ben birinden ne kadar güzel enerji alsam onu o kadar daha güzel bulurum. Birini ne kadar çok seversem benim için güzelliği artar. O kalıplar var tabii ve o kalıplara sığan birini görünce “ne güzel” derim. Tipini beğenmediği birini görüp de “ne çirkin” diyen olursa, kendisinin hiç güzel olmadığını düşünürüm. 

Çocukken en çok neyi düşlerdin?

Yakışıklı çocukları, hepsinin bana aşık olduğunu, bacaklarımın birden incelip manken bacaklarına dönüştüğünü, büyünce çok havalı ve başarılı saçları uçuşan fıstık bir iş kadını olduğumu hayal ederdim. Çocukken anlamıyordum daha.

İlhamını “Hayal edip, uzaklara uçmaktan” alan Faraway uzakları nasıl yakın kıldı ve hikayesine başladı?

Ben seyahat etmeyi, yeni yerler keşfetmeyi çok seviyorum ve gördüğüm yerlerden çok ilham alıyorum. Bazen de gitmek istediğim yerleri görene kadar iyice araştırıp ilhamımı önden besliyorum. Aslında önce koleksiyon çıktı sonra ismini buldum; yoktan var etmeye çalışırken olmadı var olunca kendini buldu yani. İlk koleksiyon, safari stili ve Afrika esintileriyle başladı, devamında da her sezon başka bir yere odaklandık. Afrika, İngiltere kırsalları, Amerika çölleri, ovaları ve Meksika derken şimdi de yakındaki uzağa doğru yol alıyoruz. Önümüzdeki koleksiyonların odağında Anadolu toprakları olacak.

Sektör olarak düşündüğümüzde çevre kirliliğine en çok neden olanlardan biri moda sektörü. Karbon ayak izini azaltmak adına ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz Faraway olarak?

Faraway’de en başından beri doğal kumaşlar kullanmaya çok önem veriyoruz. Artık bunun ötesinde sürdürülebilir yollarla üretilmiş olmaları çok önemli. Yaz koleksiyonlarında en çok dünyanın en sürdürülebilir kumaşı olan keten ve organik pamuk kullanıyoruz. Kışın da sürdürülebilir yöntemlerle üretilen viskon kumaşlar, yün gibi doğal malzemeler kullanıyoruz. Bazı kumaş yapılarında illa ki sentetik kullanılması gerekiyorsa onların da geri dönüştürülebilen içerikli olanlarını tercih ediyoruz. Bir de adı kötü kendi güzel olan “deadstock” kumaşlar var. Bunların bazılarını kapanan eski Kapalıçarşı kumaşçılarından, bazılarını fabrikaların artan numunelerinden buluyoruz. Eski Kapalıçarşı kumaşları çok özel, çeyiz sandığından çıkmış gibi ipek ve pamuk karışımları var ve bunlardan çok az var. Bir de üretimin az olması gerçekten önemli. Yani bir marka gidip ben geri dönüştürülmüş kumaşlardan üretim yapıp, her şeyimi de organik yapıyorum dediği noktada bir üründen yüzlerce üretiyorsa, nerede bunun sürdürülebilirliği? Seri üretim zaten oyunu baştan bozuyor; kendimizi kandırmayalım.

Sürdürülebilir modanın tanımı ne senin için?

Dürüst olmak gerekirse, moda sektörünün ortadan kalkması olabilecek en sürdürülebilir şey olabilir. Kıyafetler kalksın demiyorum ama moda kalkmalı mı acaba? Modanın tanımına bakınca ne diyor biliyor musunuz? “Süslenme özentisi ya da değişiklik gereksinimiyle toplum yaşamına giren geçici yenilik.” Geçici yenilik deyince zaten sürdürülebilirlikle zıt düşüyor. İhtiyacımız olanı almalıyız. İhtiyacın olanı isteyip de almayınca kendini çok iyi hissediyorsun. Ben yıllardır ne kıyafetler biriktirmişim, neler almışım, şimdiki aklım olsaydı keşke… İkinci el almak da en güzel şeylerden biri, vermek ve satmak da öyle. Döngüyü devam ettirmeliyiz. İhtiyacımız olan ya da olmasa da bizi gerçekten mutlu edecek şeyleri alalım. Tüketim üzerine yaşamaktan kurtulalım.

Lüks ürünlerin “demokratikleşmesi” nasıl gerçekleşebilir?

Lüksün anlamı kişiden kişiye o kadar çok değişiyor ki. Lüks kelimesi ülkemizde ve aslında yeni zenginleşen topraklarda genellikle pahalı olanla özdeşleşiyor. Benim için lüksün anlamı; bana iyi gelen, mutlu eden, iyi hissettiren şeylere madden ve manen sahip olabilmek demek. Maalesef günümüzde lüks anlayışı gösterişle sınırlı olan çok kişi var. Kendileri için değil, başkaları için yaşayanlar. Ben çocukken böyle olduğunu hatırlamıyorum; mesela herkesin üstünde binlerce lira eden (ama aslında etmeyen) logolu sweatshirt’ler, sneaker’lar yoktu. Pahalı ürünlere para harcanırdı ama kumaşı güzel, kalitesi güzel, iyi hissettiriyor diyeydi daha çok. Hem lüks olması için pahalı olması gerekmiyor; biri köy pazarından aldığı pamuk şalvarıyla aşk yaşar, başkası dünyanın en güzel kaşmiriyle. Biri en “lüks” yatlarda tatili tercih eder, biri sırtında çantası çadırlarda kamp kurmayı. Herkesin lüksü kendine ama söylemeden edemeyeceğim; keşke biraz gösterişten, hırstan kurtulup hafifleyebilsek de rahat nefes alsak. O zaman demokratikleşmesi de gerekmez.

Elif Boyner 

İnsan doğadayken kendiyle ilgili ne öğreniyor sence?

Her şeyi. Bu kutsal geometri ve ilahi düzen içinde, hücrelerimizden yıldızlara, salyangozlardan suya kadar belli bir matematiksel düzen var ve hepsi aslında birbirinin birer kopyası. Bu düzende hiçbir şeyin tesadüfen yaratıldığını düşünmüyorum. Dolayısıyla aslında ben doğayım, doğa da ben. Ben hem en küçük hem de en büyük parça olarak sonsuz bir varlığım. Kendimizi küçük ya da büyük olarak ayırmak yerine belki de bir olduğumuzu hatırlamak gerek. Ve bu birliktelik gerçekten fantastik bir düzen içinde çalışyor. Benim için doğa; kendimi görmek, tanımak ve geliştirmek anlamına geliyor. Bana en büyük olanakları sağlayan kaynağın kendisi çünkü o.

Zaten doğa ile iletişimi güçlü biri olsam da son iki sene içinde bu durum başka bir boyuta geçti. Çünkü kendimde onu, onda kendimi görmeyi öğrendim; aramızdaki bağı görebiliyorum artık. Her güneşin doğuşu aslında yeni bir doğum, yeni bir uyanış, yeni bir şans gibi hayatta. Ve her yeni uyanışım, her yeni nefesim bana verilen yeni bir umut. Bu yüzden her yeni günün bana getirdiklerine şükrediyorum. Bir yılanın derisini soyup, kendini yenilemesi gibi her gün yeni bir sürprize uyanıyorum. Toprak ile bağ kurdukça içimdeki o bakan, değer veren, büyüten, kucaklayan, saran ve eskiden göstermekten çekindiği şeyleri ortaya koyabilen kişiye dönüşüyorum.

Doğa anaya insan olarak biz ne yaparsak yapalım, toprağın hala bu kadar verici olması, beklentisiz olması ve hala sarmalamaya devam ediyor olması benim için inanılmaz bir öğreti… Toprak, karşılık beklemeden, koşulsuz olarak vermeyi öğretiyor insana. Bu da içimdeki karşılıksız sevginin gelişmesini sağlıyor. Suyla da farklı bağlar kurmaya başladım. İnsan vücudunun neredeyse tamamen sudan oluştuğunu düşündüğümüzde suyun etkisi, bütün enerjiyi topluyor olması, frekansı, şifaları gerçekten çok öğretici.

Fiziksel anlamda değil de enerjisel anlamda suyun iyileştirici gücünü ise kendi üzerimde yeni keşfetmeye başladım. Lise yıllarında sesini henüz keşfetmemiş biri olarak, belki de bana yıllarca etki etmiş bir tramva yaşadım. Lise öğretmenim şarkı söylememi istemişti ve ben şarkıyı bitirdikten sonra onunla dalga geçtiğimi sandığı için beni cezalandırmıştı; oysa ki o gerçek sesimdi. Bu yüzden lise yıllarından beri şarkı söylemekten hep çekindim. Oysa ki kötü ses diye bir şeyin olmadığını, sesini bilmemek diye bir şeyin olduğunu öğrendim zaman içinde. Bu yolculuğumda bana alan açan, sesimi keşfetmemi sağlayan arkadaşlarım oldu. Ben sesimi keşfederken suyun şifasını fark ettim. Suda şarkı söylerken, sesin bana geri yansımasını öğrendim. Şarkılarımı suya uzanarak söylemeye başladım son zamanlarda mesela. Ve kulağım suda olduğu için o sesin yankılanıp bana geri dönmesi ve sanki o sesin 360 derecelik bir döngüden geçiyor olması çok büyüleci. Benden çıkan sesin titreşimlerle yayılarak, kalbimden girip tekrar kalbimden çıkması çok etkileyici. Suyun şifasını sesimle birleştirince ne kadar ruhen besleyici olduğunu görmeye başladım.

Dağlara karşı da inanılmaz bir bağım var geçmişten gelen. Çok uzun zamandır gitmesem de hissi hep yanımda. Eskiden çok tırmanış yapardım, bu yüzden dağların gerçekten inanılmaz bir gücü var üzerimde. Çünkü kuralları dağlar, doğa ana koyuyor aslında. İstediğin kadar eğitimli, güçlü, zengin, antreman yapmış ol, doğa sana izin vermiyorsa o tepeye çıkamıyorsun! Ve bu durumun insana inanılmaz bir tevazu getirdiğini düşünüyorum. Teslim olmayı, teslimiyet hissini öğretip, sana egonu törpülemen gerektiğini söylüyor. Dağ tırmanışları birileriyle yapılan bir etkinlik olsa da ben kendiyle kalmayı çok seven biriyim. Dağlardasın ve bir grup ile tırmanıyorsun ve genelde sessizsin, çok medidatif bir süreç aslında. Ve orada, istediğin zaman yalnızsın ama sırtın boş değil, güvendiğin insanlar var yanında. Bu tırmanışlar genel olarak bireysel sürecimi de besliyor. Hayatta tek ve yalnız olabilmek ama aynı zamanda da kalbini, varlığını açabileceğin bir ailen olabildiğini görmek gibi. Yani doğa sana hayatta uygulayabileceğin şeyleri veriyor. Ağaçların içinde olduğun zaman orada da o birlik, bütünlük, her şeyin birbiriyle bağlı olduğu hissini görüyorsun. Evrenin nefesinin aslında senin nefesinle bağlı olduğunu anlıyorsun. Bunlar aynı zamanda meditasyonun da getirdiği hisler tabii.

Doğanın sana hissettirdiklerini nasıl tanımlarsın?

Doğa bana, beni ve bizi hissettiriyor. Outdoor kamplar, dağ tırmanışları, kanolar ve çadır deneyimlerinden ziyade doğada meditasyon yapmak, beni doğaya yakınlaştıran asıl şey oldu. Eskiden daha didaktik bir duygu ile doğaya yaklaşıyordum; plastik kullanma, fabrikadan çıkan eti yeme gibi. Şimdi bunları gerçekten daha kalpten hissediyorum. Çünkü bir şey bana iyi gelmiyorsa aslında doğaya da iyi gelmiyor. Doğa bana kolektif duygunun önemini hissettiriyor; bir olduğumuzu, beraber olduğumuzu… Hepimiz bu evrende büyümek için varız, doğa bize bunu gösteriyor. Dualitenin gerçekliğini gösteriyor. Çünkü karanlık olmazsa aydınlık olmaz, iyilik olmazsa, kötülük olmaz… Dolayısıyla yaşamımızdaki inişleri ve çıkışları da çok güzel yansıtıyor aslında. Ryan Holiday’in çok sevdiğim bir kitabı vardır: “Engel Yolun Kendisidir” diye. Bu kitapta, sizi yapmak istediklerinizden alıkoyup korkutan, sinir bozucu, sorun yaratan, o beklenmedik problemlerin belki de sandığınız kadar kötü olmadığını, bakış açımızı değiştirerek aşılmaz görünen engelleri aslında müthiş fırsatlara dönüştürebilmenin mümkün olduğunu söylüyor. Anka kuşunun küllerinden doğabilmesi gibi. Doğa her zaman dönmeye devam ediyor, eğer biz insan olarak önüne geçmezsek. Yani her felaketten bir ışık çıkabiliyor; bu doğada da böyle bizim hayatımızda da öyle. Yeter ki o alanı açmayı bilelim.

Outdoor liderlik kampları, Alaska dağları, kanolar ve çadır deneyimleri… Çocukluğundan beri doğayla iç içe bir yaşam. Hiç unutamadığın bir anını bizimle paylaşır mısın?

Alaska çok güzel bir seyahatti. İki hafta boyunca kano ve tırmanış yaptık. Kano kısmı çok zordu çünkü geceleri çadır çok soğuk oluyor ve en az iki yedek kıyafetinizin olması gerekiyor. Deniz seviyesi yüksek değilken biz çadırlarımızı kurduk ve gece gel-git yaşanınca tüm çadırlar su doldu ve sırılsıklam olduk. İki hafta daha oradaydık, hava hep soğuktu ve ıslak kıyafetlerle yaşayarak hayatta kalmayı öğrendik. Karşılaştığım bu durum bana büyük bir güç Verdi, çünkü zihin gücünün neler yaptırabileceğini görmüş oldum. İkinci haftamız ise tırmanış haftasıydı ve pusulalarla sürekli yön bulmaya çalışıyorduk; her iki günde bir liderimiz değişiyordu ve süreci o yönetiyordu. Sıra bana geldiği gün, ekipten biri çok kötü oldu, enerjisi düştü ve devam etmekte zorlandı. Bu durumun ekibe daha fazla etki etmemesi adına kıza liderliğimi verdim ve bizi yönlendirmesini istedim. Bir insana gücü verdiğin zaman, ona güvenip süreci yönetmesini istediğin zaman o kişinin neler yapabileceğini gördüm. Bu benim için çok büyük bir ders oldu. İnsanlara alan açmayı öğrenmek, onlara fırsatlar vermek. Bunu iş hayatımda da yapmayı öğrendim ve yansımalarını görüyorum. Her şeyi yönetmem gerektiği sanrısını bir kenara bırakıp, insanların da bu deneyimi yaşayabilmesine alan açıyorum. Herkes kendisinin lideri, herkes benim ve diğer ekip arkadaşının lideri çünkü aslında. Dolayısıyla liderlik yapmanın aslında önemli olmadığını, liderlik yapacak kişileri öne çıkarmanın gerçek liderlik olduğunu öğrendim. Tüm kamplar bana bu gerçekliği öğretti.

Tasarım eğitiminden girişimciliğe giden bir kariyer yolculuğun var. Bu hikayeyi değiştiren şey ne oldu?

Eğitim hayatım boyunca hayalim ürün tasarımcısı olmaktı. Parsons New York’ta Tasarım ve İşletme bölümünü bitirdikten sonra Londra Central Saint Martins’de Güzel Sanatlar yüksek lisansı yaptım. Aslında orada kalmayı planlıyordum ancak Murat Pilevneli yeni galerisinin açılışı için beni davet etti ve İstanbul’a dönme kararı aldım. Çok heyecanlı olduğum bu yolculukta Öktem Aykut ile çalışmaya başladım. Hala resim yapmaya devam ediyorum aslında. Bu yolculuğun girişimciliğe evrilmesinin temelinde ise benim insanlara daha fazla dokunma isteğim var. Resim yapsam da dünyaya dokunacak bir sanatçı olacağımı düşünmüyordum; daha ziyade galerilerde sergilenecek eserler üretiyordum çünkü. Bu kararı aldığım dönem hayatıma spor girdi. Haftanın altı günü spor yaparak hem kendimi daha iyi hissediyordum, hem ter atıyordum, hem de egomu törpülüyordum. Sweaters App’i kurmaya karar verdim; ismi de bu yüzden “Terleyenler” oldu. Sweaters App, insanları spor üzerinden bir araya getiren bir aplikasyon. Kullanıcılarımız kendilerine spor arkadaşı, spor etkinliği bulabiliyor, kendi etkinliklerini paylaşıyor. Terledikçe ve terlettikçe puan kazanıyor. Bir de üzerine, antrenmanı bitirince kendine en uygun ve en yakın sağlıklı yeme-içme yerlerini buluyor ve birçoğunda da bizim kullanıcılarımıza özel fırsatlar sunuluyor. Biz daha sağlıklı, daha mutlu ve daha iyi insanlar olmak için birbirini harekete geçiren, motive eden insanlar topluluğuyuz. Babam her zaman içimde bir girişimci olduğunu söylerdi ama ben asla kabul etmezdim çünkü güzel sanatlar mezunu biri olarak iş insanı olmanın benimle ilgili bir şey olduğu düşünmezdim. Bugün, girişimciliğimin sanat anlayışımdan farklı olmadığını görüyorum. Çünkü sanat okurken de fikir geliştirmektense, insanlarla tanışmak, onların hayatına dokunmak, galerilerde ne oluyor diye gezmek daha çok yaptığım bir şeydi. İçimdeki bu merak duygusundan çıkan şeyler görsel hale gelirdi hatta. Bugün yaptığım işler de böyle. “İyi Yaşa” platformu ya da Vertical için çıkan fikirler de zihin kumbaramda biriktirdiğim şeylerin sonucu diyebilirim. Sanattan girişimciliğe giden bir yol gibi değil de iş hayatında sanat yapan biri gibi hissediyorum kendimi. Çünkü beynimin çalışma biçimini çok iyi biliyor ve gözlemliyorum. Bu, sanat yaptığım zamanda da aynı şekilde çalışıyordu.

Röportaj: Seval Akbulak Fotoğrafçı: Burcu Karademir 

Curated Magazine No.18 sayısı için tıklayınız.

Read more

Muzaffer Yıldırım

Muzaffer Yıldırım

Teoman

Teoman

Serkan Altunorak

Serkan Altunorak

Your Cart

Your cart is currently empty. Click here to continue shopping.