Taner Ceylan
Resimle olan ilişkin nasıl başladı?
Ailede pek çok ressam ve müzisyen var. İlk müzik ve resim derslerimi abilerimden aldım. Klasik gitar çalıyorum aynı zamanda ve dört sene eğitimini aldım. Annem çok kitap okuyan bir kadındı; ondan kitap aşkı aldım. Bir abim gitar çalıyordu, diğer abim ise ressamdı. Böyle bir ortamda büyüdüm yani... Ama bunu iş olarak yapmaya karar verince aile içinde de durumlar değişiyor. Diğer aile üyeleri mühendis olmamı istiyordu. Resim yapmamı hiç istemediler hatta yapmamam için ellerinden geleni yaptılar. İyiliğim için olduğunu düşünüyorlardı ama bir noktada kendi burnunun dikine gidiyor insan. İyi ki de gitmişim.
Üniversiteden önce de kararlıydın ressam olmaya yani?
14 yaşında çevremdeki insanlara portre resmi yapıp satıyordum. Bugün bile portre yaptığımda zorlandığım oluyor. Portre yapmak çok zordur. Hatta resmin en zor alanlarından biri; her ressamın harcı değil bence. Kendime hala inanmadığım zamanlar oluyor; 14 yaşından beri portre yapıyorsun ama hala bu noktalara takılıyorsun diye...
Neden portre? Bir fiziksel meta olarak mı portreleri seçiyorsun, yoksa çalıştığın karakterlerle kurduğun bağ mı daha çok portre çalışmana neden oluyor?
Ben duyguyla, duygu aktarımıyla çalışan biriyim. Resmime bakıldığı zaman hipergerçekçi, gerçekçi, soyut gibi akımlardan ziyade, izleyicinin duyguyla karşılaşmasını istiyorum. Bir duyguyu karşı tarafa aktarmanın en doğrudan yolu portre yapmak, çünkü bir yüz ifadesi var orada. Duyguyu peyzajla, natürmort’la ya da enteriyör’le de aktarabilirsin ama en çarpıcı yolu portredir; çalışması zor olsa da...
Bu kadar az üretmenin nedeni ne?
Üretim süreci ile alakalı. Resim yapmadığım zamanlar ya sürekli bilgisayarda ya da kalemle eskiz çalışıyorum. Aylara, yıllara yayılan eskizlerim var mesela. Ayda veya iki ayda bir eskiz çıkıyor; dosyam kabarık ama uygulama faslı çok zahmetli. Bazı resimlerim bir ay, bazı resimlerim dört ay, bazıları ise sekiz ay sürüyor. Çok işçilik var, çok emek istiyor.
Senin bilgisayarla değil, geleneksel yöntemlerle eskiz çalıştığını düşünürdüm...
Stüdyolarımdan biri bilgisayarımdır. Post stüdyo dedikleri şey; bilgisayar atölyelerimden birisi.
Hazır konu dijitalden açılmışken, NFT hakkında ne düşünüyorsun?
Çağ sürekli kendi yöntemlerini ya da tekniklerini üretiyor. Ama bunların yine de gelip geçici olduğunu düşünüyorum. 90’lı yıllarda faks sanatı diye bir şey vardı. Birçok kez güncel teknolojilerin sanat için kullanılmasına şahit olsak da hepsi geldi geçti ama ben kalanların peşindeyim. Kalan; en geleneksel haliyle ruhun, bileğin aracılığıyla tuvale ya da taşa aktarılmasıdır.
Yaklaşık 16 yıl Almanya’da yaşadıktan sonra İstanbul’da yaşadın. Şimdi de bu röportajı Olimpos’taki evinde yapıyoruz. Şu an evinde misin?
Geri dönüş çocuklarından birisiyim… 80’li yıllarda Almanya’da çalışan aileler hayal ettikleri dünyayı bulamayınca geri dönmeye başladılar. Ben de dönen ailelerden birisinin çocuğuyum. Abimlerin bir kısmı orada kaldı; ben kardeşimle beraber döndüm; 16 yaşındaydım. Liseye ve güzel sanatlara burada devam ettim. İstanbul’da yaşadığım yıllarda Almanya’ya, Amerika’ya çok gidip gelsem de şimdi Olimpos’tayım. Galerilerle çalışmaya başlamadan önce bile, 24 saat evde resim yapan biriydim. Büyük ihtimalle ailem benim için endişelendi ve abime görev verdi; Taner’i al götür bir yere diye. Abimin de Çıralı’da bir arkadaşı vardı. Beni ensemden tutup otobüse bindirdi ve Çıralı’ya getirdi, bir iki hafta seninle tatil yapalım diye. Sahile çıktım, burayı görünce bir nevi şok geçirdim. Vuruldum resmen ve olmam gereken yere geldiğimi hissettim. Sonra her ilkbaharda ve sonbaharda gelip gitmeye başladım. Kader bir şekilde bana burada bir ev getirdi. Şimdi buradayım.
İlk aldığın sanat eseri neydi?
Küçük çaplı da olsa koleksiyon yapıyorum. Para kazanıp yurtdışına gidip gelmeye başlayınca kalbimden vurulduğum işleri almaya başladım. İlk aldığım, İspanyol bir sanatçının işiydi. Nereye gitsem o işleri de yanımda götürüyorum. Senin parçan oluyorlar adeta. Duvardan eksildiği anda saçın, kulağın kesilmiş gibi hissediyorsun. Orada durmak zorundalar. Normalde evde herhangi bir şeyin yeri değiştiğinde enerji akışı da değişiyor. Benim için etrafımda olmaları önemli.
Duygularınla hareket etmenin ötesinde hayatla bağlantısı çok kuvvetli bir insansın. Hep böyle miydin?
Çocukken de böyleydim ben. Erken yaşlardan beri bunun farkındayım. Çok mistik hikayelere daldığım da oldu. 90’lı yıllarda o kapıyı kapamaya karar verdim. Ama resim yaptıkça o kapıyı ister istemez bir destek almak için aralıyorsun. Bir denge içinde o enerjiyi kullanmak lazım.
Tüm işlerinde, konfor alanlarımızı zorlayan işlerinde bile beklenmedik bir güzellik var. Hepsi neredeyse mükemmel. Hiç çirkin bir şey çizdin mi? Bu yaklaşımın nedeni estetik açıdan mükemmeliyetçi olman mı?
Dünyada ses getiren işlerimin amacı, bu sorunun da cevabı aslında. Tamamen dışlanmış genç bir adamsın, toplum seni kabul etmiyor. Ailen de dahil, eğilimlerinden ve dünyayı algılama biçiminden dolayı toplumu tehdit eden bir varlıksın herkesin gözünde. Öyle hissettiriliyorsun... İnsanlar seninle ne yapacaklarını bilemiyorlar; bütün kutsal kitaplarda günahsın, senin yok edilmen lazım, doğuda senin gibileri çatıdan atıyorlar, öldürüyorlar. Bana bir yetenek verilmiş, inanılmaz güzel resimler yapıyorum ve para kazanmam lazım. Kendimi göstermek istiyorum ve kötü bir insan değilim. Tüm bunları nasıl anlatabilirdim? Güzelliği kullanarak, estetiğin mühendisliğini kullanarak ve heteroseksüel dünyayı kendi silahlarıyla vurarak.
İlk serim çok ünlü bir markanın kampanyasından yola çıkarak başladı. Kampanyada güzel bir manzaranın önünde duran bir erkek ile bir kadın gördüm ve bana bu dayatılıyor diye düşündüm. Erkek hep mutlu, zengin ve ferah. Peki tersi bir senaryoda erkeğin kolunda kadın yerine yine bir erkek olsa ne olurdu? Bu sorudan hareketle, birlikte şahane bir hayat yaşayan iki erkek resmettim. İnsanların çirkinlik diye yaftaladıkları şeyi, güzelliğe dönüştürerek... Ben sizi böyle görüyorum, bu benim dünyam demek istedim ve ters bir oyun oynadım aslında. Hep güzellikten faydalanarak, insanların bakmayı reddedemeyecekleri güzellikte ve teknikte işler yaptım. Köle-efendi ilişkilerini, parayla satın alınabilen ya da gizli kapılar arkasında gerçekleşen olayları resmettim. Ama sonra bu çalışmaları resimlerimde kullandığım insanlar alır mı diye düşündüm ve “hayır” dedim kendi kendime. Öyle bir resim yapayım ki tüm bunları anlatayım tek bir cümlede ve insanlar da çekinmeden alıp assınlar duvarlarına. Kendi içimde bile olayları nasıl makulleştiririm diye düşündüm; o yüzden de o su bardağını yaptım ve çıplak bedeni anlatan bu çalışmanın adını “The Nude” koydum. Sonra da Küçük İskender’den bir şiirle karşılaştım. Şiirde “Sen bir bardak susun ve ben en çok bundan korkuyorum” diyerek herkes seni içebilir mesajı veriyor. Yarattığım estetiği bir silah olarak kullandım hep ve bakmayı dahi reddettikleri şeyleri gösterdim onlara kendi dilimde.
İlk işini kim aldı?
2002’de Galerist’te açılan ilk sergimde işlerim hemen gitmedi. Daha sonraki sergi ise çok büyük olay olmuştu. O yıllarda böyle bir sergiyi New York’ta bile açamazdın çünkü. Gülsüm Karamustafa da bana öyle söylemişti: “Muhteşem bir sergi ve bunu Türkiye’de açabilmiş olman mucize.” Sergi bir ay boyunca bütün özel sanat sever insanları mahrem hayatlarından çıkardı; hepsi sergiye gelip tek tek işleri aldı. İlk iki resmimi beni desteklemek için çok yakın arkadaşım Reyhan Göksel almıştı.
Röportaj DAMLA KÜRKLÜ Moda Editörü AYDAN SIVACI Fotoğraf BURCU KARADEMİR Fotoğraf Asistanı FURKAN IRMAK
Curated No.19'u satın almak için tıklayınız.