Elia Federici, Palazzo Talia

İtalya’nın size en çok ilham veren yönü ve “La Dolce vita” kavramının dünyanızdaki karşılığı nedir?
66 yaşındayım; dolayısıyla 1960’larda Roma’da yaşanan “La Dolce Vita” yıllarını bire bir deneyimlemedim. Benim için La Dolce Vita; her gün yeni bir şey keşfetmenin, etrafınızdaki güzelliklerin tadını çıkarabilmenin ve geleceği dert etmeden yaşamın keyfini sürebilmenin eşsiz bir biçimi. Bununla birlikte, 1980’lerde Roma’da hayatın tadını çıkarmış biriyim; o dönemde şehir, çağdaş sanat ve kültür için dünyanın en önemli merkezlerinden biriydi. Bugün hala otelin her köşesinde o ruhu hissetmek mümkün. Ünlü fotoğrafçı Elisabetta Catalano’nun eserlerinden oluşan koleksiyonumuzda Moravia, Fellini, Bouyes, Florinda Bolkan, Virna Lisi, Veruschka, Calvino, Gino de Dominicis ve daha pek çok dönemden önemli sanatçı, yazar ve yönetmenin portreleri sergileniyor. Bu atmosferi daha da derinleştirmek için, misafirlerimize koleksiyona eşlik eden özel bir kitap hediye ediyoruz.
Palazzo Talìa’nın 16. Yüzyıla uzanan geçmişini çağdaş bir otele dönüştürürken “koruma” ve “yeniden yorumlama” arasındaki dengeyi nasıl kurdunuz?
1500’lerin başında inşa edilen ve Roma’nın yağmalanışından sonra yeniden yapılan Palazzo Talìa, bir dönemin hümanistlerinden, Papa X. Leo’nun sekreteri Angelo Maria Colocci’nin konutuydu. Daha sonra Kardinal Michelangelo Tonti’nin mülkü haline geldi. Daha sonraları “Il Nazareno” olarak tanındı, çünkü San Giuseppe Calasanzio tarafından burada Collegio Nazareno kuruldu. 1620’de okul işlevi kazanan yapı, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali gördü. Roma’da, Largo del Nazareno 25 numarada yer alan Palazzo Talìa, 31 Mayıs’ta kapılarını yeniden açtı. Otel, 5.500 metrekarelik alanda 26 lüks oda ve süite ev sahipliği yapıyor. Yapılan her müdahale, mevcut olanla uyum içinde kurgulandı; geçmişin izlerini koruyarak, sadece gerektiği kadar yenilik eklenerek sembolik ve saygılı bir diyalog kuruldu. Buna kromatik bir neşenin eklendiğini söylemek de mümkün. Bu yaklaşım özellikle ana katta hissediliyor: Burada kullanılan mobilyalar dört unsurla sınırlı; spot ışıklar, halılar, sofalar ve küçük silindir biçimli lav taşı masalar. Geriye kalan her şey, titiz bir restorasyonla orijinal haline kavuşturuldu. Koridor boyunca uzanan, 17. yüzyıldan pastoral sahnelerle süslü kasetli tavan; Gaspare Serenari’nin salon için yaptığı Tanrı’nın Yüceliği ve Sanat ile Bilimin Zaferi konulu 18. yüzyıl freski; polikrom süslemeli mermer zeminler ve siyah-beyaz dama desenli salon döşemeleri; tıpkı orijinal kepenkler gibi yeşile boyalı ahşap koro yeri ve sessiz aktörler olarak antik büstler… Medici halkaları, aslan ağızları ve manda başlarıyla süslenmiş cephesi ise binanın zengin tarihini vurguluyor.
Bir binayı restore etmek mi daha zor, yoksa ona yeniden hayat vermek mi?
Bu eşsiz yapı, titiz bir restorasyon sürecinden geçti. Muhteşem freskler ve duvar resimleri dahil olmak üzere etkileyici antik eserler ortaya çıkarıldı; sadece resimler ve freskler kaldı. Modern ışık ve iklimlendirme sistemleri ise koruma ile konforu aynı anda sağladı.Eski ahşap detayların onarımı zorluydu ancak asıl mesele, on yılı aşkın bir terk edilmişliğin ardından buraya yeniden hayat vermekti.
Roma tapınaklarından Collegio Nazareno’ya kadar uzanan bu çok katmanlı tarihi yapıyı günümüz misafirlerine aktarırken, hangi unsurları öne çıkarmayı seçtiniz?
Palazzo Talìa, ihtişamı çağdaş cazibeyle kusursuz bir şekilde harmanlayan, özel tasarımla şekillendirilmiş lüks bir sığınak. Cazibesi, zincir otellerin kalıplarına ya da standartlaştırılmış lüks anlayışına bağlı kalmadan, üç yüzyıllık tarihi modern bir yorumla bir araya getirmesinde yatıyor. “Talìa” adı, misafirperverlik, sanat ve eğlence perisine bir saygı duruşu. Bizim yolculuğumuz, kadim bilgileri aktaran usta eller tarafından seçilmiş ya da özel olarak üretilmiş nesneler ve detaylarla şekillendi; doğanın sunduğu malzemeler önceliklendirildi. Talìa’nın ruhu her noktaya yansıyor: Malzeme, renk ve formların titizlikle seçilmesinden, uygulamanın en ince ayrıntılarına kadar. Tüm bunlar, tarihi bir mekanın içinde uyumla var oluyor. Hatta menümüzde bile, İtalya Yarımadası’nın geleneklerini takip eden “sıfır kilometre” yaklaşımı benimsendi. Burada her unsur, kendi anlamını kazanıyor.
Luca Guadagnino ile iş birliği kararınızın arkasındaki vizyon neydi? Bu ortaklığı otelin ruhuna nasıl entegre ettiniz?
2020’de, altı saygın iç mimarlık ofisi arasında bir yarışma başlattık. Hayalimizdeki otelin konseptini detaylı bir şekilde özetleyen bir brief hazırladık ve her stüdyodan bu fikirleri kendi üsluplarıyla yorumlamalarını istedik. Yakın bir dostum, katılımcılar arasına Studio Luca Guadagnino’yu (SLG) da dahil etmemi önerdi. Bunun mükemmel bir fikir olduğunu düşündüm; çünkü onun en çok ses getiren filmlerinden “Call Me by Your Name”deki zarif sahne tasarımlarına hayrandım. Ayrıca özel müşterileri için yaptığı projeleri de gördükten sonra, Luca’yı çağdaş lüks tasarımın dünya çapındaki en önemli uzmanlarından biri olarak değerlendirdim.
Röportajın tamamı No.31 sayısında!
Röportaj: Seval Akbulak