Bokue De Vries

Moda sektöründe çalıştıktan sonra koruma-restorasyon eğitimi aldınız ve bu süreç sizi sanat pratiğinize taşıdı. Bu geçişte nelerle karşılaştınız?
Konservatör olarak çalışmaya başladığımda beni en çok etkileyen şey, kusursuzluğa ne kadar çok önem verildiği oldu. Oysa hep biliyordum: Kusurluluk da en az kusursuzluk kadar güzel olabilir. Bu düşünceler etrafında kendi işlerimi üretmeye başladım ve kusurluluğu kutlamak istedim.
Kırık bir objeyle ilk duygusal bağınızı ne zaman kurdunuz?
Gençliğimde antikalar toplardım ve çok sevdiğim bir cam bardağım kırıldığında parçalarını uzun süre saklamıştım; hep onaracağımı düşünerek... Konservatör olma fikri o zamanlardan zihnime yerleşmişti. Keşke o parçalar, kırk yıl sonra kendi işlerimi yapmaya başladığımda hala elimde olsaydı…
Bir objenin “hasarlı” sayılması için eşik sizce nerede başlar; bu fiziksel bir durum mu, yoksa kavramsal bir bakış açısı mı?
Bu oldukça geniş bir yelpaze. Bazen onarmam için getirilen objelere bakıp neden buna ihtiyaç duyduklarını sorgulardım; zira hasar denen şey, o objenin yaşam hikayesinin bir parçasıydı. Bu tamamen kişisel görüş meselesi ve herkese göre farklılık gösteriyor.
Konservatör olarak geçmişi korumakla yükümlüydünüz. Şimdi ona müdahalede bulunarak yeniden mi canlandırıyorsunuz?
Bir objeye yaptığım müdahale onun yaşamına dahil olur. Atılmak ya da sadece restore edilmek yerine, objenin hayatında daha ilginç bir epizod başlar. Dokunduğum andan itibaren de o müdahale artık objenin geçmişine ait bir parça haline gelir. Yıllar önce bir küratör, Heidegger’den esinlenen bir düşünce ekolü olan Nesne-Odaklı Ontoloji (OOO) üzerineyaptığı çalışmalarla beni düşündüren sorular sormuştu: “Bir çaydanlık kuş gibi kanatlara sahip olmak isteseydi ne olurdu? Ya da bir at, şövalyesinin gözlerinin içine bakmak isteseydi?” Belki de ben, bu kırık objelerin içsel arzularını gerçekleştirmelerine yardımcı oluyorum.
Restorasyonun “gizlemeye” dayandığını söylüyorsunuz. Sizce bu durumda sanat, “göstermeye” mi dayanıyor?
Evet, ama restorasyondaki gizlemeden farklı bir şekilde. Restoratör olarak, objeye hizmet edersiniz; onu yapan kişinin zihniyle düşünürsünüz ve kendinizden hiçbir şey katmazsınız. Oysa sanat yaparken özgürsünüz; kendinizi ifade edebilirsiniz. Bu da bence bir tür ifşa, bir tür açığa çıkarma eylemi.
Bir obje kırık formuyla tekrar görünürlük kazandığında, sizce yeni bir bütünlük mü elde ediyor, yoksa eksikliğiyle yeni bir anlam mı kuruyor?
Bence yeni bir bütünlük kazanır; işlerimdeki her unsurun da orada olmasının bir sebebi vardır. Bazı parçalarda da eksik olan şey, işin ana bileşeni haline gelir; yokluk, anlamın kaynağı olur. Ayrıca Japonların “ma” kavramı beni hep çok etkilemiştir. Çünkü sadece fiziksel boşluk olarak değil, nesneler arası mesafe olarak da anlam taşır. Bu negatif alanın kendine has bir anlamı var.
Geleneksel restorasyon bir eseri “orijinal” haline döndürmeyi amaçlar. Siz müdahaleyi görünür kılarak bu yaklaşımı tersine çeviriyorsunuz…
İyi yapılmış bir restorasyonda izleyici genellikle müdahalenin farkına bile varmaz, bu da etik ilişkiyi baştan bozar çünkü bu parçalar genellikle “kusursuz” gibi satılır. Benim yaptıklarımda gizleme yok. Zaten sadece kırık olanları kullanıyor ve onlara yeni bir yaşam sunuyorum. Bu durum beni son derece rahat hissettiriyor.
İşlerinizin önemli bir kısmı 17. ve 18. yüzyıl Batı Avrupa porselenleriyle ilişki kuruyor. Bu malzemeyle çağdaş sanat bağlamındaki ilişkinizi nasıl tanımlarsınız ve kültürel anlatılar işlerinizde nasıl çarpışıyor?
Bunu anlatmak için en iyi örneklerden biri büyük ölçekli enstalasyonum “War & Pieces” olabilir. Amacım geçmiş, şimdi ve hatta olası gelecekler arasında bağ kurmak. 17. yüzyılda şeker o kadar kıymetliydi ki altın kadar değerli görülürdü. Ziyafetlerde özenle saklanır ve tekrar kullanılırdı; şekerin kolayca tüketilen bir metaya dönüşmesi çok daha sonra oldu. Aynı dönemlerde Meissen’de porselen üretimi başladı ve porselen, yeni “beyaz altın” oldu. Hatta ilk işçiler arasında pastacılar da vardı. Bugünün dünyasında teknoloji, yani “AI” yeni altın.İnsanlığın hep bir sonraki “mükemmel” şeye duyduğu arzu, belki de asla gerçek mutluluğa ulaşamayacak bir çabanın göstergesi. Ayrıca William Hogarth’ın eserlerinden ilhamla, zamanı aşan ama günümüzü de anlatan ahlaki hikayeler sunmayı hedefliyorum.
Röportajın tamamı No.31 sayısında!
Röportaj: Seval Akbulak