BORAN KUZUM

Çocukluk yıllarında hayalini kurduğun meslek neydi? Hep oyuncu olmayı mı istedin?
Hep oyuncu olmayı istememiştim aslında. İlk kez ilkokulda tiyatro sahnesine çıktım, bir okul oyunuydu. Çocukluğum, Ankara'da şehir merkezinden uzakta, doğanın içinde geçti. Bu yüzden hep yaratıcılıkla ilgili bir şeyler yapma isteğiyle büyüdüm ama o zamanlar oyunculuk yoktu aklımda. Tiyatroyu çok sevmiştim ama farklı şeyler deniyordum. Resim yapıyordum, o dönemin kasetli kameralarıyla bir şeyler çekmeye çalışıyordum. Yaratıcılığı seviyordum yani.
Hatırlıyor musun hangi oyundu?
Tema Vakfı için yaptığımız, sosyal sorumluluk kapsamında bir oyundu. Köyün delisini oynuyordum.
Müthişmiş. Orada mı ateşlendi hikayen?
Evet; 13 yaşındaydım. Oyunun onuncu dakikasında sahneye çıkıyordum. İlk kez o sahnede yer aldığımda, seyircinin karşısına çıkacağımı önceden bilsem de o an yaşadığım his bambaşkaydı. O sahnede hissettiğim duygu, çok başka bir şeydi. Konservatuvarı bitirdikten sonra profesyonel olarak yaptığım ilk tiyatroda da aynı hissi yaşadığımı hatırlıyorum.
Konservatuvardan mezun olduktan sonra ilk oyunun neydi?
Çehov'un Martı oyunu.
Serdar Biliş’in yönetiminde gerçekleşen Martı oyununda Treplev karakterini canlandırdın. Bu oyun, Çehov’a ne gibi bir yerden selamını göndermişti? Ve 120 yıl sonra hala günümüzde geçerliliğini koruyan bir dil üzerinden mi ilerliyordu?
Çehov'un oyunları ve hikayeleri tuhaf bir şekilde, modernleştirilmese bile bugüne güçlü bir ayna tutuyor. Çünkü o, insanı merkeze alan bir yazar. İnsanın duygularını ve durumlarını ustalıkla tasvir ederken, okurda ve izleyicide empati uyandırmayı başarıyor. Biz modern bir yorumunu sahnelemiştik, ancak klasik hali de bugünün insanına derinlikli bir şekilde hitap eden bir metin.
Peki karaktere hazırlanırken ne gibi bir süreçten geçtin?
Treplev 25 yaşındaydı, ben de öyle. Aslında anlattığım, sanatıyla kendini var etmeye çalışan ama küçük bir kasabada karşılığını bulamayan birinin hikayesi… Aşık olduğu kadının hayallerini yaşadığı ve yıllar sonra onunla yeniden karşılaşmasını anlatıyorum. Bu hikaye bir noktada benimle de örtüşüyor. Çünkü ben de hayallerimi gerçekleştirmek için uzun yıllar çabaladım. Biraz önce bahsettiğim gibi küçük bir yerde, Ankara’nın şehir merkezinden oldukça uzakta başladım bu yolculuğa. Etrafımda çok şey yoktu ama yine de çıkıp hayallerimin peşinden gitme isteğim vardı.
Sinema ve tiyatro arasında oyunculuk açısından nasıl bir fark görüyorsun? Seni sahne mi yoksa kamera önü mü daha çok heyecanlandırıyor?
Tiyatroyu gerçekten çok özledim. Eğitimini aldığım, oyunculuğu öğrendiğim yer. Onun heyecanını ve aynı anda seyirciyle paylaşma hissini çok özledim. Sinemanın da o sonsuzluk ve istediğin kadar seyirciye ulaşabilme imkanını seviyorum. Farklı duygular uyandırıyor; gerçekten tercih yapamam ikisinin arasında. İkisini de çok seviyorum.
Bir projeye dahil olmadan önce hangi kriterleri göz önünde bulunduruyorsun? Senaryo, yönetmen, karakterin derinliği gibi faktörlerden hangisi senin için öncelikli?
Önceliğim, karakterimden çok hikayenin bütünüyle izleyiciye ne verdiği ve nasıl bir deneyim sunduğu. İkinci aşamada ise oynayacağım karakterin seyirciye ne hissettirebileceğini değerlendiriyorum. Tabii ki, daha önce canlandırdıklarımdan farklı bir karakter olması benim için önemli. Sürekli farklı roller oynamayı seviyorum.
Şimdiye kadar hayalini kurduğun ama henüz karşılaşmadığın bir karakter oldu mu?
Evet, oldu. Aslında şu an dönüşüm geçirdiğim biri gibi; her yanı dövme kaplı bir karakter mesela. Kendi iç yolculuğuna odaklanan, değişim yaşayan biri...
Röportaj SEVAL AKBULAK Fotoğraf BARBAROS CANGÜRGEL
Moda Editörü YASEMİN EKE Saç MUSTAFA AKGUL Makyaj HELİN ÖZBEK
Fotoğraf Asistanları NESLİHAN AKKAYA Saç Asistanı ENEZ SAKIZCI
Moda Editörü Asistanları CEREN GÜRŞEN
Curated No.29'u satın almak için tıklayınız.