Vincent Darré
Sizi tanımlamanın pek çok yolu var aslında ama siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Gariptir, moda endüstrisinde çalışırken ben de kendimi tanımlamakta güçlük çekiyordum. O süreçte kendimi alıştırma yapıyormuş gibi hissederdim; çünkü hiçbir zaman kendi koleksiyonumu yapmıyordum. Maison Darré’yi kurduğumda hayatımda yeni bir sayfa açıldı; hayal gücüme koyduğum sınırlar ortadan kalktı; mobilya ve dekorasyon konusunda daha özgür düşünmeye başladım. O günden sonra kendi stilimi keşfettim sanırım; her projeye kendimi ve kendi fantezilerimi yansıttım; bu da beni fark edilebilir kıldı.
Sanat çoğu bireye o ya da bu şekilde ilham ve yön verir ama sizin hayatınızda durum biraz farklı; yaptığınız seyahatlerden, tasarımlarınıza kadar hayatınızın her detayında sanatla iç içesiniz. Bu yakınlık nereden geliyor?
Çocukluk ve ergenlik döneminden başlayan bir yakınlık... Sol görüşlü, entelektüel bir ailede büyüdüm; annem beni sürekli sergilere ve tiyatrolara götürürdü. Ağabeyim ise bir sinema uzmanıydı; beni kütüphanelere götürür filmler hakkında konuşurdu. Aklımda kütüphanelerde geçirdiğimiz günler ve yaptığımız sohbetlerden onlarca kesit var...
Çocukluğunuzda aktris Eva Ionesco, tasarımcı Christian Louboutin ve yapımcı Farida Khelfa gibi isimlerle arkadaşmışsınız. Bu yakınlığın sizi nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?
Eva, Christian ve Farida ile 80’lerin başında tanışmıştım; ortak çok noktamız vardı; gençtik, gözü karaydık, kafamız herkesten farklı çalışırdı; söz konusu kıyafetler olunca etrafımızdakilerden farklı gözükmek istediğimiz ve dikkat çekmek istediğimiz belli olurdu. Palace’da dans etmeye gitmek için saatlerce hazırlanırdık; skandal ve etkileyici görünümler peşindeydik.
Peki sizi derinden etkileyen, çalışmalarınıza ilham veren kişi kim oldu?
Sanırım hayatımın gidişatını değiştiren ilk kişi Marie Rucki’ydi; Studio Berçot’nun direktörü... Onunla geçirdiğim süre, bir okuldan daha öğreticiydi; öğrencilerine dışarı çıkmayı ve yaratıcılığı keşfetmeleri gerektiğini söylerdi. Studio Berçot’dan çıkan Natacha Ramsay, Isabelle Marant, Martine Sitbon ve Charlotte Chesnais gibi isimlere bakınca Rucki’nin ne kadar özel biri olduğunu tekrar hatırlıyorum.
Yves Saint Laurent, Prada, Chloe, Fendi ve Moschino gibi büyük ve heyecan verici markalarla çalıştınız; kariyerinizde bu dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
İlk olarak Yves Saint Laurent’de çalışmaya başlamıştım; o dönem marka, moda tasarımında zarafet için bir ekoldü; fakat ben işimi İtalya’da, farklı üretici ve markalarla iş birliği yaparak öğrendim diye düşünüyorum. Düşünce yapım bir işi baştan sona planlayarak ve bir hikaye oluşturarak üretmeye yatkın olduğundan; bir tasarım yaparken markaların arşivlerine girer, kimliğine dair kodları araştırır, ürünü o şekilde bir araya getirirdim.
Söz konusu Fendi olduğunda ise durum biraz değişti, her zaman yaptığımdan biraz daha farklı davranmam gerekti; Karl Lagerfeld ve Sylvia Fendi ile çalışma fırsatı yakalamıştım ve hayatımda daha önce hiç bu kadar çok çalışmamıştım. Karl Lagerfeld hayatıma çok şey kattı; sürekli merak eden, geleceğe bakan fakat geçmişe dair tüm ayrıntıların farkında olan bu adam, aynı zamanda mükemmel bir espri anlayışına sahipti. Fendi ailesinin her biri farklı karakterlerde olsa da tek bir noktada buluşuyordu; mizah ve eğlence. Altı yıl boyunca sadece çalışmadım aynı zamanda çok eğlendim.
Röportaj DERİN ÖVGÜ ÖĞÜN CURATED by SERDAR GÜLGÜN
Curated No.8'i satın almak için tıklayın.