Murat Tabanlıoğlu
Cumhuriyet mimarlık tarihinde çok önemli yere sahip bir ailede büyümekle başlayalım... Çocukluğunuz nasıl geçti; etrafınızda kimler vardı nasıl sohbetler geliyordu kulağınıza?
Gümüşsuyu’nda Deniz Apartmanı’nda oturuyorduk; oradan Dolmabahçe Saat Kulesi’ne bakarken bir resmim var. Niye orada oturuyoruz çünkü babam o sıralar Atatürk Kültür Merkezi’ni yapıyor. Babam yarı Alman bir tip olduğundan yürüyerek şantiyeye gitmek onun için çok önemli. Çok az şey kaldı tabi aklımda; arada bir Kültür Bakanlığı’ndan, Bayındırlık Bakanlığı’ndan müsteşarların eve geldiğini hatırlıyorum. Bazı zamanlar da binanın aydınlatması üzerine çalışan Dinnebier geliyor; ki hala oğluyla çalışıyoruz. Sonra Etiler, Yılmazlar Apartmanı’na taşınıyoruz ki enteresan bir yer. İki apartman Yılmaz Sanlı ve Yılmaz Tuncer imzasını taşıyor; dönemin ünlü müttehit mimarlarından. Apartmanda oturanlar ise daha enteresan; hemen yanımızda Aydın Boysan oturuyor, Arolat ailesi orada; Emre Arolat orada doğuyor; Ajda Pekkan da orada oturuyor. Kom markasının sahibi orada; mankenler girip çıkıyor; yani renkli bir yapı.
Liseyi İstanbul Erkek Lisesi’nde okuyorsunuz ardından Viyana’ya mimarlık okumaya gidiyorsunuz? Neden Türkiye’de değil de Viyana’da?
O dönem siyasi gündem çok karışık; sağ-sol kavgaları... Babam da o sıralar üniversitede ders veriyor ama üniversiteler bile bir açık bir kapalı; garip bir düzen var. Ben İstanbul Erkek Lisesi’nde okuduğum için Almanya, İsviçre ve Avusturya arasında gidip geliyorum sonunda Viyana’da karar kılıyorum. Viyana’ya gidip bambaşka bir ortamla tanışmak bana farklı bir bakış açısı kazandırdı. 10 yılda bitirdim okulu; gezdim, araştırdım, çalıştım... Bir ailenin kanatlarının altından ve sıkı bir okuldan çıktıktan sonra kendimi bulabildiğimi hissettim ve orada kaldım. Ta ki babam “gel beraber çalışalım” artık diyene kadar. Ki 92’de mezun olmadan 90’da ofis açıyorsunuz...
Bir yandan çok güçlü bir karakterden bahsediyoruz; hatta sizin tanımlamanızla çok disiplinli. Siz o sıralar yeni bir şeyler denemeye çok heveslisiniz... Nasıl bir noktada buluştunuz?
Evet, babamın ofisi var ama biz ayrı bir ofis açıyoruz. O çok otoriter, disiplinli biri... Mimarlar benim için ikiye ayrılıyor; okullar da öyle. Bunlardan biri Meisterschule’ler; yani bir master var ve onu dinleyenler vardır. Bu ekol hala bazı okullarda ve hatta bazı orta ve küçük ölçekli mimarlık bürolarında devam eder. Ki ben öyle bir üniversitede okumadım; yaklaşık 10 farklı hoca ile çalıştım. O yüzden dönünce babama “ben bilgisayarlarla çalışacağım” dedim; belki çok fazla kişi olamazdık koşullardan ötürü ama daha hızlı bir üretim içerisine girmek istiyordum; kendi ofisimde...
Mimarlıkta referans çok önemli, babanızdan gelen referans ise çok kuvvetli. Bir stili devam ettirme yükümlülüğü var mı yeni ofisin üzerinde?
Tabii ki bir çizgi devam ediyor. Türkiye’deki ve dünyadaki mimarlık çizgisine bakacak olursak 60’lı yıllarda olan modern çizginin daha sonra birtakım mimarlarda değiştiğini görüyorsunuz; yani Arolatlar’da, Behruz Çinici’de var o bir Post Modernlik, o değişim. Ama biz babamla öyle bir dönem yaşamıyoruz. Bugüne kadar hep o modern çizgiyi sürdürdüğümüzü söylemek mümkün; babamın projelerinde de, şimdi bizim projelerimizde... Ki benim Viyana’da gördüğüm ilk profesör: Robb Krier; PostModern’in uzmanlarından... O zamanlar bir sinir içerisinde; hiçbir yaptığı projesi kabul edilmiyor; o nedenle bize bu konuda çok saldırıyor. Bize “benden öğrendiğiniz şekilde çizin, sonra hayatınıza istediğiniz şekilde devam edin,” diyor. Ki ben de ilk projemi istediği gibi çiziyorum; bir günde; ama bir daha da onun gibi bir proje yapmıyorum. Belki o nedenle hayatımda tek empoze edilmiş çizimim odur...
Röportaj DERYA GÜRSEL Fotoğraflar HASAN DENİZ, PETER GARTE
Curated No.12'yi satın almak için tıklayın.