arrow-left icon arrow-right icon behance icon cart icon chevron-left icon chevron-right icon comment icon cross-circle icon cross icon expand-less-solid icon expand-less icon expand-more-solid icon expand-more icon facebook icon flickr icon google-plus icon googleplus icon instagram icon kickstarter icon link icon mail icon menu icon minus icon myspace icon payment-amazon_payments icon payment-american_express icon ApplePay payment-cirrus icon payment-diners_club icon payment-discover icon payment-google icon payment-interac icon payment-jcb icon payment-maestro icon payment-master icon payment-paypal icon payment-shopifypay payment-stripe icon payment-visa icon pinterest-circle icon pinterest icon play-circle-fill icon play-circle-outline icon plus-circle icon plus icon rss icon search icon tumblr icon twitter icon vimeo icon vine icon youtube icon

Bünyamin Aydın

Bünyamin Aydın

Kim bu herkesin konuştuğu Bünyamin bize biraz bahsetsene...

Almanya’da doğdum büyüdüm, İsviçre’de yaşadım, İstanbul’a geldim. Farklı sanat kolları bana hep ilham verir. Müzik, tasarım, resim ve fotoğrafçılık her zaman hayatımda var oldu. Aynı zamanda sportif bir yönüm de var futbol, basketbol ve tenisle büyüdüm; şu an da tenise devam ediyorum.

Peki Les Benjamins macerası nasıl başladı? Markanın üzerine kurulu olduğu değerler nelerdir? Koleksiyonlarınızı hazırlarken mutlaka neye dikkat edersin?

Les Benjamins yola t-shirt tasarımlarıyla çıktı. Markayı kurduğumda henüz 19 yaşındaydım, en büyük hayalimi gerçekleştirmiştim. Lise arkadaşlarım bilir her zaman kendi markamı kurmak isterdim. Hayalimde hep moda sektöründe olmak vardı ama nasıl ve ne zaman olacağını hiç planlamamıştım. Daha çocuktum, ne kadar planlı olabilirsin ki o yaşta? Akışına bıraktım, kendi kendine gitti ve büyüdü. T-shirt’le başladı sonra kategoriler arttı. İlk defilem İstanbul moda haftasındaydı, onu Milano, Paris ve Floransa takip etti. Defilelere çıktıkça, koleksiyonlar da bu koşturmaya ayak uydurmak için büyüdükçe Les Benjamins bir çağdaş tasarım markasına evrilmiş oldu. Nike, BMW, Alpha Industries, Puma ve diğer markalarla yapmış olduğum iş birlikleriyle hem Türkiye’de hem de globalde dikkat çektim. Dünyaya hakim olan akımların Türkiye’ye yansıması bu işler sayesinde kısaldı aslında. Bundan dört, beş yıl önce hiç kimse sneaker’la lüks bir restorana gitmiyordu. Sabancı Müzesi’nde Nike ile yapmış olduğumuz proje tabuları yıktı. Farklı sektörlerden ortak noktaları modaya duydukları ilgi olan 1500 kişi katıldı. Farklı grupları bir araya getirmiş olduk. O proje ve yayılan enerjiyle birlikte ülkemizde sneaker kültürü aldı başını gitti.

Ailen de yıllardır bu işin içindeymiş. Aslında bir aile geleneği bu iş sizin için. Fakat yaptığın şey gelenekselin oldukça dışında. Prensiplerde nasıl farklılar gördün ailenle iş yapış biçimi olarak?

Ailemin işi kumaş üzerineydi. Ben de o dünyada yetiştiğim için her zaman kumaşlarla aram iyi oldu. Kumaşlara dokunup kumaşın kalitesi ve gramajı hakkında yorum yapabiliyordum. Beni heyecanlandırırdı kumaşları keşfetmek. Hala da çok ciddi ilgim var. Her şey kumaşlarla başlıyor çünkü. Tıpkı notaların şarkıları oluşturması gibi... Modanın notası da kumaş.

12 yıl Almanya, dört yıl da İsviçre’de yaşadıktan sonra Türkiye’ye döndüğünüzde Türkçe bile konuşamıyormuşsun... Başkası olsa ayak uydurma, yer değiştirme vs gibi telaşlar arasında pes edebilirdi. Fakat senin için karmaşa ve farklı kültürler hep ilham olmuş...

Doğru karmaşayı seviyorum; hayatım hep kaostu. Kaosun içinde kendi dünyamı yaratıyorum.

Bir konuşmamızda “Türk gibi hissediyorum ama beynim Alman gibi çalışıyor” demiştin… “Beyninin Alman gibi çalışması” nasıl oluyor biraz açıklasana...

Almanlar önlerindeki 10, 30 ve 50 yılı planlayacağın şekilde bir eğitim sisteminden geçiriyor seni. Bu eğitimi almış biri olarak ben de ne yöne gitmek istediğimi çok net biliyorum. Uzun bir yol var önümde ama bir yandan da bugünün işlerini halletmem gerekiyor. Bir vizyona sahibim ve yeri geldiğinde de gerçek bir Türk gibi pratik çözümler üretebiliyorum. Tam ortada bir yerdeyim. İkisini iyi dengelersen zaten işlerin istediğin gibi gidiyor.   

Koleksiyonlarının çok farklı isimleri oluyor. “Great eagles fly alone.” Nereden geliyor bu hikayeler, isimler?

Çok fazla podcast dinliyorum ve belgesel izliyorum. Bu koleksiyonun adını da “Eagle Huntress” adlı bir belgeselden esinlenerek seçmiştim. Aslında günlük hayatımda bana ilham veren ne varsa, onu kullanıyorum.

Lisede bir müzik grubun olduğunu duydum... Sana ilham veren sanatçılar, müzisyenler var mı?

Metallica, Iron Maiden, Red Zeppelin, Mobb Deep, Mos Def, Jay-Z, Kanye West, Travis Scott... Bu aralar, Lo-Fi hip hop dinliyorum. Lo-Fi yükselen bir trend. İnsanlar söz dinlemek istemiyor artık, güzel müzik dinlemek ve andan uzaklaşmak istiyor.

Şu anda playlist’inde kimler var?

The Pharcyde, Nate Dogg, The Fugees, Mos Def... Mos Def ile çok ilginç bir hikayemiz var. Kendisi Dubai’de yedi kere standımıza geliyor ve benimle tanışmak istediğini söylüyor. Halbuki Mos Def’i aslında benim arıyor olmam lazım. “Ben annemle Türkiye’ye geldim, senin işlerinin hikayesini okudum, çok saygı duyuyorum sana” diyor. Orada dost olduk, hala da iletişim halindeyiz.

Arap tipografinin kullanıldığı koleksiyonlardan bugün Uzak Doğu’ya dair birkoleksiyon var karşımızda. Halbuki ilk koleksiyon çok tutmuştu. Adeta senitanımlamıştı. Seni tanımlayan ve “tutan” bir şeyin dışına çıkmaktan korkmuyor musun?

Aslında yarı Arap yarı Latin alfabesiydi. Yarı yarıya tutmak istedim. Latin alfabesine geçmeden önce dilimize Arapça hakimdi, bugün bile birçok kelimeyi hala kullanıyoruz. Latin dillerinden de Arapçadan da alınmış çok fazla kelime var. Türkiye’ye ilk geldiğimde çok garip gelmişti bana bu durum. Kendini bulmamış bir ülke olduğunu düşünmüştüm Türkiye’nin, gri bir alan. O gri alan da aslında beni besleyen bir şey. Bu çeşitlilikten faydalanarak; koleksiyon adında iki alfabeye gönderme yapmak istedim. Herkesin kafası karıştı. Araplar bana bu Arapça değil diyor, Türkler de bu Arapça diyor. Kültürlerin birbirini tanımaması çok ilginç; iki kültürün tanışıklığı çok eskiye dayanıyor. Bununla birlikte, insanlar üzerine zaman geçmesine rağmen hala ürünü soruyor. Markanın dna’sını yansıttığı için sayılı üretmeyi tercih ediyoruz bu ürünü, bizim için değerli bir parça.

Halı sevdası nereden geliyor?

Ben Almanya’da büyüdüğüm için Türkiye’yi hep merak ediyordum. Buraya geldiğimde fark ettim, burada da herkes Avrupa’yı merak ediyor. İlk Kapalıçarşı’ya gittiğimde oradan çıkamadım. Çok kişi bilmez, t-shirtlerle giriş yaptım tasarım dünyasına ama bir dönem mücevher de tasarlıyordum. Hiç satmadım tabii. O dönem her gün Kapalıçarşı’daydım, ustalarla vakit geçiriyordum. Oranın kültürü çok ayrı, genel olarak halı, kürk ve mücevher görüyorsun her yerde. Halılar zaten beni hep etkilerdi. Babamın halı koleksiyonunun olması da bir etkendi tabii. En ilginç gelen yönü ise Fransa’da da, İstanbul’da da, Hindistan’da da halı bulabiliyor olmanız. Hepsi kendi kültürüne has detaylar taşıyor. Les Benjamins’in global hikayesine denk düşen bir objeydi, kampanyalarda yer vermeye başladık. Bir noktadan sonra Les Benjamins’i yansıtan bir sembol oldu. Fakat aslında halı kültürü tüm dünyayı yansıtıyor.

Les Benjamins bir anda etrafı dünyanın merakla izlenen kreatifleri ile çevirili bir community’e dönüştü. Les Benjamins bir giyim markasından olmanın ötesinde nasıl bir misyonu var?

Yaptığım işlerde hep insanlara dokunmak var, bunu bir misyon gibi değil, işin bir parçası olarak görüyorum. Markaya bir misyon belirleyip yola çıkmadık, her şey doğal akışta gelişti.

Röportaj: Derya Gürsel Fotoğrafçı: Emre Güven 

Curated Magazine No.7 sayısı için tıklayın. 

Read more

Serdar Gülgün

Serdar Gülgün

Teoman

Teoman

Etienne Russo

Etienne Russo

Your Cart

Your cart is currently empty. Click here to continue shopping.