Serdar Gülgün
Bugüne kadar pek çok röportaj vermişsiniz ve hemen hemen hepsinde tasarım yapmaya nasıl başladığınızı size sormuşlar. Ben biraz sanat ve tasarım arasında duran bu interdisipliner alanda sizin kendinizi nerede gördüğünüzü konuşarak başlayalım istiyorum...
Ben kendimi bir tercüman olarak görüyorum; bir dili bir dile tercüme ediyor gibiyim. Eski bir dünyayı; Osmanlı’yı diyeyim, bugüne tercüme eden biriyim. Kendimi en iyi gördüğüm nokta da bu. Seneler önce bu vizyonu bana Vitali Hakko verdi; sizin de dediğiniz gibi pek çok röportajda bundan bahsettim.
Çok da güzel bir hikayesi var...
Evet, bir sergime gelmişti ve tasarım yapmam gerektiğini söylemişti. Ki kendisine tasarım yapmayacağımı söylediğimde bana “Ben akademisyenlerle çalışıyorum; onlar bugünün dünyasından çok uzak. Bugünün dünyasının insanlarıyla çalışıyorum; geçmişten çok kopuk. Siz bunun ortasında duruyorsunuz; bu işi gayet de iyi yaparsınız,” dedi ve bana inandı.
Vitali Hakko’nun 25-26 yaşlarında birine böyle bir teklif götürmesi ne kadar riskli ve cesaretli bir tavır... Ama o kadar da kendine güvenin bir göstergesi sanırım...
Kesinlikle. Ben inanamamıştım; yapamayacağımı düşündüm ama hayır da diyemedim. Sonrasında Osmanlı kumaşlarından bir koleksiyonun çıkmasıyla bugünlere kadar geldik. Ben dünyanın bu bölgesinde doğmayı büyük bir ayrıcalık olarak görüyorum. Özellikle Türkiye’de doğup, İstanbul’da büyümüş olmak büyük bir şans. Burası dünyanın en kıymetli yerlerinden biri. Roma, Bizans, Osmanlı ve onlarca Anadolu medeniyetini barındıran bu topraklar gerçekten çok özel. Dolayısıyla bir iş yaparken bu köklerimizi yok saymayı benim aklım almıyor. Kaldı ki dünya hikaye arıyor; bir hikayenin peşinden gitmek istiyor. Bu coğrafyada bundan bol bir şey yok.
Yere özgü olanı bu kadar özel kılan nedir peki?
Benim çocukluğumda global olmak çok kıymetliydi. Her şey azdı; erişimimiz azdı; az uçak vardı bir kere uçmak kolay değildi; pahalıydı. Seyahat çok zordu. Yurtdışından bir şey almak ya da referans vermek zordu. Bugünün dünyasında her şey o kadar birbiriyle bağlı ki seyahat bile etmeden her şehri biliyoruz. Dolayısıyla lokal kültürlerin değerini bilmek; onlar üzerine kurulu bir tasarımın daha özgün olduğunu düşünüyorum.
Bir yandan da “tarihten ilham” adı altında yapılan işler büyük hüsranla sonuçlanabiliyor. Örneğin Osmanlı mimarisi diye adlandırılan çok kötü örnekler görüyoruz...
Haklısınız. İşin marifeti de burada; geçmişi anlayıp çağdaş bir şekilde yorumlayabilirsen kendine tasarımcı diyebilirsin. Bazıları var geçmişi gerçekten anlıyor ama bugünü anlayamıyor. Kültürü bugüne taşımadığınız sürece yaşaması mümkün değil. Osmanlı yemeklerini ele alalım; birinin kolesterolü çıkmış, diğeri diyor “benim glüten alerjim” var... Ya bu yemekleri hiç yapmayacağız ki o zaman bu tariflere çok yazık olacak ya da oradan bazı fikirler alıp bugüne uyarlayacağız. Marifet burada. Ben ise bugünle çok ilgileniyorum.
Sanırım gençlerin de kendi değerlerine daha sıcak bakmasının yolu da bu...
Kesinlikle.
Size geçmişte yaşadığınızı söyleyenler olmuyor mu?
Çok! Eşim dostum bana hep “Serdar, sen Osmanlı döneminde yaşasan çok mutlu olurdun.” Hiç de olmazdım; geçmişte yaşamak gibi bir nostaljim yok. Beni gelecek çok ilgilendiriyor. Bu devirde yaşamak harika; ömür uzadı; özgürüz...
Peki geçmişe baktığınızda; işletme okuyup ardından sanat tarihi yüksek lisansı yapan Serdar Gülgün, tasarımcı olma yolunda ilerlerken, durup hiç “ben ne yapıyorum?” dedi mi? Yoksa her şey her zaman kontrolünde mi gelişti?
Aslında bunu hiç düşünmemiştim ama dönüp baktığımda her şey çok rahat gelişti gibi görünüyor.
Sanat tarihi alanında başarılı olmak için hırs yapmış mıydınız örneğin?
Hayır; hiç öyle hırslarım yoktu. Fakat ömrüm boyunca kumbaraya para atar gibi bir şeyler biriktirmişim ve sonra sonra bu birikimler bana dönmeye başlamış. Tasarım işleri gelmeye ilk başladığında hep hayır derdim; karşı taraf beni ikna ederdi; sanırım güzel insanlar ve ilişkiler biriktirmişim.
Ortada hep karşılıksız bir güven varmış...
Evet, neden ve nasıl oldu ben de hala anlamıyor ve kendimi şanslı hissediyorum. Her seferinde “Nasıl yaparım? Olur mu, olmaz mı?” derken bir şeyleri tamamlamış buldum. Çünkü benim yaptığım tasarım aslında geçmişe dair bir araştırma; dolayısıyla eğitimimden aslında hiç kopmadım. Hep bir hikaye ortaya koydum. Öyle ki bazı projelerde iş veren bana “Bunun çok hikayesi varmış” diye serzenişte bulunurdu. Şimdi duyuyorum da “content ajansları” kurulmuş; tasarımın yetersiz kaldığı yerde “hikaye yaratmak” adına iş yapıyorlar...
Sizin kafanızın içinden neler geçiyor da “yaratıcı beynin sınırlandırılması gerek!” dediniz. Kendinizden neden bu kadar korktunuz?
Curated’ın bu sayısından yola çıkalım; siz bana bu sayının küratörü olmam için gelip “kafandan neler geçiyor, kimlerle röportaj yapalım?” diye sorduğunuzda ben bunun üzerinde mükemmel olana dek aylarca çalışabilirim. Bana “şu kadar kişi, bu disiplinlerden olabilir, şu tarihe kadar” diye bir brief gelince yani sınırlandırılınca ben çok daha iyi çalışırım. Çünkü yaratıcı insan her sabah yeni bir fikre uyanır ve her birinin bir diğerinden daha iyi olduğuna inanır. Bu nedenle de bir ömür hiçbir şey yapamadan geçer. Yaratıcılık, sorunlara çözüm bulma, sınırlara dayanırken üretebilmededir.
Röportaj: Derya Gürsel Fotoğrafçı: Erbil Balta, Fırat Meriç
Curated Magazine No.8 sayısı için tıklayın.