arrow-left icon arrow-right icon behance icon cart icon chevron-left icon chevron-right icon comment icon cross-circle icon cross icon expand-less-solid icon expand-less icon expand-more-solid icon expand-more icon facebook icon flickr icon google-plus icon googleplus icon instagram icon kickstarter icon link icon mail icon menu icon minus icon myspace icon payment-amazon_payments icon payment-american_express icon ApplePay payment-cirrus icon payment-diners_club icon payment-discover icon payment-google icon payment-interac icon payment-jcb icon payment-maestro icon payment-master icon payment-paypal icon payment-shopifypay payment-stripe icon payment-visa icon pinterest-circle icon pinterest icon play-circle-fill icon play-circle-outline icon plus-circle icon plus icon rss icon search icon tumblr icon twitter icon vimeo icon vine icon youtube icon

Seyhan Özdemir Sarper

Seyhan Özdemir Sarper

Belki herkes Autoban’ı çok yakından tanıyor ama Seyhan Özdemir’i daha yakından tanıyabilir miyim?


İstanbul’da doğup büyüdüm ama çocukluğumun büyük bir kısmı yaz aylarında özellikle Şarköy’de geçti. Çok özgürdüm. Doğanın içinde, çok özgür bir şekilde yaşadım. Şimdi kendi çocuğuma da bu yaşadıklarımı tecrübe etmesi için imkanlar sunmaya çalışıyorum çünkü çok kıymetli bir şey doğayla iç içe büyümek... Pertevniyal Lisesi’ne gittim, ardından Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesini kazandım.

Nasıl bir çocuktun, hep mimar mı olmak isterdin?


Evet, “mimarlık okumak ve orada okumak” istiyordum. İki kız kardeşim
var; ben ortancayım. Onlardan farklı olarak ben daha aktif, sosyal ve kendi uğraşları olan bir çocuktum. Kendi kütüphanesi olan hatta kütüphanesini numaralandırarak düzenleyen, hangi kitap kaç numara, ne zaman alındı diye not alan biriydim. Okumaya başladığımdan beri haftalık harçlıklarımla kütüphanemi zenginleştirdiğimi hatırlarım. Ortaokula geldiğimde ise mimar olma fikri aklıma yerleşti.

O dönemde Türkiye’de mimar algısı nasıldı?


Aslında bina yapan, mühendis kafasıyla
 iş yapan ciddi bir mimar algısı vardı. Ama ben işin yaratıcı kısmını görüyordum; bir şeyi yaratma fikrini çok sofistike buluyordum. Çok da severek okudum üniversiteyi bu nedenle. Zaten okulun sanatla olan bağının çok kuvvetli olması da beni besliyordu. Sadece mimarlık eğitimi değildi; farklı derslere girip ilgilendiğim konularla ilgili bilgi sahibi olabiliyordum. Mesleğin çok temel ilkelerine odaklanmış bir okuldu neticede ve Bauhaus akımının etkisiyle Sedat Hakkı Eldem gibi değerli isimlerin eğitim verdiği, bir ekoldü. Şimdi bizim bu ekolden aldığımız bütüncül bakış açısını göremiyorum yeni mezun tasarımcılarda; sadece Mimar Sinan mezunlarından bahsetmiyorum tabii... Ama işin gerçeğe dönüşmesi için gereken detaylara yaklaşımda, düşünce süreçlerinde bir kopukluk olduğunu düşünüyorum.

Fakat senin ayrıca bir ilgin var farklı ölçeklere; bütüncül düşünmeye... Mimarlık okuyorsun ama bu süreçte bireysel olarak farklı üretimler de yapmaya başlıyorsun değil mi?

Evet, tabii yine Mimar Sinan’ın sunduğu ortamın da bunda büyük etkisi var. Okulun birinci sınıfında Sefer Çağlar ile tanıştım ve bir ikili olduk; iş ortaklığımızın temeli de orada atıldı zaten. Projelerde her zaman bir ekiptik; kulüp odası tasarlanacaksa bize gelirlerdi; Sefer’in babasının atölyesi vardı, okul sonrası hep oraya giderdik... Küçük küçük projeler almaya başlamıştık; onların üzerinde çalışıyorduk, geri kalan zamanımızı ise mutlaka kütüphanede geçiriyorduk. Süreli yayınlar ve yabancı yayınlar için sıraya girilirdi o dönemler, biz de hep geldiği anda alabilmek için ilk sırada olmaya çalışırdık. Benim gözüm ise hep Blueprint dergisindeydi; aklımın bir köşesinde hep o dergide olabilmek için nasıl bir yapıya sahip olmamız gerektiği sorusu vardı. Özdemir Altan’ın bir dersine girmiştik resimde elemanlardan bahsediyordu; elemanların arasındaki ilişkinin nasıl kurgulanması gerektiğinden... Çok etkilenmiştim... Bunun yanı, sıra iç mimarlık derslerine de girerdim. Çünkü bence mekan bir bütündür; sadece bir kabuk olarak düşünemezsin bir yapıyı, tasarım bir senaryo, bir hikayedir sen bir tasarımcı olarak bu elemanları tamamlıyorsun diye düşünürdüm hep. Bu yaklaşım bizi Autoban’da mobilya tasarımına kadar getirdi. Ama sanırım tüm bunlar benim yapı olarak çok pratik bir insan olmamdan kaynaklanıyor yani baştan sona dışarıdan içeri her şeyi bir bütün olarak, hızlıca çözme güdüm ile alakalı.

O zaman evde ve kişisel hayatında da böylesindir?


Evet, her şeyi çok hızlı organize ederim. O nedenle de okul hayatını çok hızlı bitirip iş hayatına atıldım. Oldum olası bir mekanın mükemmel olmasından hoşlanmıyorum; bir şeylerin farklı olması lazım. Hayatımda da hep bir yenilik ararım. Kendime hep meydan okurum. Bir hedefim varsa, çevrem de kendini bu yarışın içinde bulur bir anda.

Autoban’ın kurulması da çok hızlı oluyor. Belki de bugünün koşullarında imrenilecek bir hızdan bahsediyoruz hatta. 1998’de mezun oluyorsunuz ve 2003’te ofisi açıyorsunuz... 


Mezun olduktan sonra bir yıl; 98-99 arası Londra’da yaşadım... Biraz erkendi sanırım benim için ve İstanbul’a döndüm. Anladım ki, her şeyi tek başıma bir anda yapmam mümkün değil... Öncelikle profesyonel ofislerde çalışmaya karar verdik Sefer’le; biraz tecrübe edinelim dedik. Ben bir
ofise girmiştim ardından Sefer de benim çalıştığım ofise geldi. Ardından oradan ayrılarak kendi ofisimizi açtık. 2003’te Galata’da; büyük bir özenle mobilyalarımızı tasarladık; pinpon masalarından çalışma masaları yaptık; bu mantıkla katlanabilir çalışma masaları üretmeye başladık...

Hayalinizdeki gibi oldu mu her şey?

Multidisipliner bir ofis kurmak istemiştik; uluslararası platformda yer alabilecek
bir ofis... Ürün tasarımı yapmak; mobilya, aydınlatma, obje ve yeri geldiğinde mimarlık ve iç mimarlık yapmak... Kendi mesleğimizin çatısı altında gereken tüm ölçeklerde tasarım yapabilmeyi hayal ediyorduk. Yine kendine meydan okuyorsun, bu kadar farklı ölçeklerde çalışmayı hedef koyarak.

Şimdi olsa aynı şeyi yapabilir misin?

Gençken ve bilgin sınırlıyken daha
 cesur oluyorsun. Genç yaşta bir şeylere başlamış olmamın getirisidir belki de bu. Şu anda bu kadar iddialı başlayabilir miyim herhangi bir şeye emin değilim... Çünkü gitgide mükemmeliyetçi oluyorsun.

Peki ya isim nerden geldi? Ulaşmak istediğiniz bir yer algısı yaratıyor ama aynı zamanda ufuk ve sonsuzluk çağrışımları da var.

Autoban’ı belirlerken çok düşündük, çok tartıştık... Ama hepimiz sıkıldığımızda bir çıkalım, otobandan bir yerlere
gidelim deriz, üretimlerimizin de özünde hep bir özgürlük hikayesi olduğundan
adı Autoban olsun istedik. Diğer
yandan Kraftwerk’in çok sevdiğimiz
bir albümüydü “Autobahn”. Kendimize göre bir soyutlama yaptık, bu felsefeyi kendimize evrilttik. 2003’te kurulduktan hemen sonra ilk koleksiyonumuzu hazırladık. Amaç da sadece yurt dışına bir fuara gitmekti. O dönemde yurt dışına fuara gitmek de o kadar kolay değil aslında... Kesinlikle. Bir de, o dönemde fuarlar daha ticari, tasarıma bakış açısı daha sınırlı. Milano’ya gitmek, sıraya girmek, kabul almak; özetle çok zor... Hala da öyle olabilir fakat o dönemde yeni ofis açmış bir ekibin kendi imkanlarıyla, tüm bu işlemleri yapıp, giderleri karşılaması büyük bir emek. Salon du Meuble, Paris’e katıldık. Döndüğümüzde yabancı basınla ilişkilerimiz devam ediyordu. Ardından Wallpaper Awards'ta “En İyi Genç Tasarımcı” ödülüne aday gösterilmiştik; peşinden 2005’te Londra’ya tekrar gittiğimizde Blueprint’ten bir ödül aldık.

Sonunda beklediğin ödül... Nasıl hissettin?


Bir şeye tik atmış gibi... Ama hemen boşalan yere başka şeyler koydum sanırım. Çok ama çok sürpriz bir
haberdi. Katıldığımız 100% Design fuarında (şimdi London Design Week olarak düzenleniyor); derginin bir ödülü olduğunu bile bilmiyorduk. Hatta fuara hazırlanmaktan o kadar yorgunduk ki
ödül töreni başladığı sırada biz başka
bir yerde bir şeyler içiyorduk. Bizi gelip çağırdılar “Ödül töreni var katılmayacak mısınız?” diye biz de “Aa tabii, neden olmasın” diyerek gittik; ödül alacağımızı dahi bilmeyerek. Ardından Blueprint’in ödülü ve ismimiz açıklanınca sahneye elimizdeki içeceklerle şaşkın bir şekilde çıktığımızı hatırlıyorum. Ödüller Türkiye’de basında da yer bulmaya başlayınca “ödüllü tasarımcılar” olmaya başladık ki bu sırada yeme-içme sektöründe projeler yapıyorduk. Tabii bu ödüller, başka projelerin de önünü açtı.

Yeme-içme sektörüne eğildiğiniz dönem aslında İstanbul’un da yükselişte olduğu parlak zamanlar...


Kesinlikle. 2003’lerde fuarlara katıldığımızda İstanbul’u duyup burun kıvıranlar 2005-2007’lerde “Ne harika şehir” diyerek gözleri parlar hale gelmişti. Çok değişmişti şehrin algısı. Bu da bizim için çok itici bir kuvvet oldu. Hem biz İstanbul’u, hem de İstanbul bizi temsil ediyordu. O dönemde pek çok markanın yaratıcısı olma fırsatı yakaladık, yeni konseptler geliştirdik, bu konseptleri geliştiren markalarla beraber çalıştık. Bunlar hep birbirini besledi. Sosyal hayat gelişmeye başladı ve tasarladığımız mekanlar bu gelişen hayatı beslemeye başladı. Bizim yarattığımız mekanların İstanbul'un şehir hayatına büyük etkisi olduğunu düşünüyorum, sadece tasarlayanlar olarak değil; mekanların sahipleri ve yatırımcılarının da ortaya güçlü bir vizyon koyduğuna inanıyorum. Çok başarılı müşterilerle tanıştık; iyi hikayeler yarattık ve o hikayelerin mekanlarını tasarladık. Bir tasarımcı için bir şehrin, bir dönemine mekansal anlamda bu denli iz bırakmak mükemmel bir his olmalı. Tüm bunları düşündüğümde durmayan, hızı gitgide artan bir tempo aslında 
bu...

Bir yandan kişisel hayatında da bir sürü gelişmeler oluyor o dönem, nasıl dengeliyordun?


Bir tasarımcı için hayat hep çok zordur. Gözün hep etraftadır. Ama sanırım bir noktadan sonra değiştim. Çünkü artık
o kadar mükemmeliyetçi olamıyorsun, istesen de olamıyorsun; olgunlaşıyorsun belki de. Ama önceden bir kitabın yeri belli, onun dışında başka yerde duramaz diyordum. Bir rahatsızlık aslında bu. Eşim Ferit Sarper ile bu konuda tartıştığımızı bile hatırlarım. “Otel gibi evde yaşamak istemiyorum” derdi. Çanta oraya konamaz, anahtar şurada duramaz, müdahalecisin çünkü mekanı şekillendirmeye alışmışsın.

Biraz da bahsettin aslında mükemmeliyetçi olmanın seni
 nasıl yorduğundan; bir tasarımcı olarak gördüklerinle nasıl mücadele verdiğinden.... Seyahat ederken nasıl rahatlayabiliyorsun? Çünkü 
çok seyahat eden bir tasarımcı için herhangi bir seyahat de bir iş gibi olabiliyor...


Sanırım ofisin ilk beş senesi hiç tatil yapmadım. İtiraf etmem gerekirse, çocukluk yıllarımda sahip olduğum o doğayla iç içe açık hava bir molayı o yoğun tempodan sonra ilk kez Ferit’le tanıştıktan sonra verdim. Çünkü o zamana kadar
özel hayatın önemi yoktu. Ama hayat bir denge, Ferit hayatıma girince o denge, belki de bu yavaşlamalarla tamamlanmış oldu. Ve onunla birlikte önce Türkiye içinde ardından yurt dışına seyahat etmeye başladık. İş için çok seyahat ediyorum
evet ama artık o seyahatler sırasında
nasıl küçük kaçamaklar yapabileceğimi öğrendim; yeni ve dikkat çekici bir sergiye gitmeyi ihmal etmiyorum örneğin. Şehirde olup biteni kaçırmamaya çalışıyorum.

Aslında Joali’ye gittiğin için biraz tatil yapabildiğini düşünüyordum...

Maldivler’de böyle bir proje yapmak çok ilham verici; hatta şimdi ikinci projeye geçtik; bu Joali'nin wellbeing oteli olacak... Vakit buldukça hem projenin hem de içerisinde bulunduğu coğrafyanın keyfini çıkarabileceğimiz küçük anlar yaratıyoruz kendimize. Fakat tabi çok sıcak bir ortamda şantiyede gezmek, detayları, imalatları kontrol etmek, saatlerce toplantı yapmak da işin gerçeği...

Japonya’yı çok sevdiğini biliyorum, yakın zamanda da bir seyahatin oldu. Neler kaldı aklında?


Hayatımda beni bu kadar etkileyen iki seyahate çıktım: Bunlardan biri Japonya, bir diğeri de Cape Town. İkisinin de yapısı ve bana hissettirdikleri çok farklı. Fakat Japonya seyahati çok özeldi; çalışıp gittim. Çünkü uzak bir yer ve her zaman böyle bir ara verip, kendin için böyle bir boşluk yaratamıyorsun. Gitmişken her şeyi görmek istiyorsun ama tabii ki bu mümkün değil. Ben dünya üzerinde böyle bir yer olamaz diye düşündüm; “uzayda olmalıyız” dedim. İnsanların tavırları, davranışları, işe yaklaşımları, yaptıkları işe duydukları saygı... Bir parkta yaprak toplayan bir görevlinin tutturduğu ritim bile bir şarkı gibiydi; ibadet eder gibi... Mimariye hayran oluyorsun, detaylara, yalınlığa; bu kadar akılcı ve gösterişten uzak olmaları büyüleyici. Yapılan işin anlamına, özüne odaklanmaları gerçekten müthiş... Herkes çok mutlu, güler yüzlü. Döndüğümüzde şunu dedik; “bundan sonra her boş vaktimizde Japonya’ya geleceğiz.” Ama henüz bir türlü yapamadık tabii.

Seyahat ve projeler demişken
 CIP Lounge, Heydar Aliyev gibi projelerden bahsetmemek olmaz... Bir transfer hub’ında, belki de kimliksiz olabilecek bir mekanda dahi Autoban imzasını kolayca hissedebiliyoruz. Nedir bunun sırrı?


Yaptığımız işin özünde sürekli geliştirmek ve yenilenmek var. Yıllar içinde edindiğimiz tecrübeler, biriktirdiğimiz bilgiler, seyahatler, öğrendiklerimiz
bir şekilde çalışmalarımıza yansıyor, bununla bağlantılı net bir tavır da oluşmaya ve de gelişmeye başlıyor. Tasarladığımız mekanlarda kullanıcılar hem çok beklenmedik hem de bir
yandan kendilerine yakın buldukları, iyi hissettikleri bir izlenim ile çıkarlar, bunu çok önemsiyoruz. Aynı zamanda eğer
iyi bir tasarım takipçisi iseler de bir Autoban tasarımı olduğunu anlayabilirler. CIP projesi örneğin, yenisi açılsa dahi hala kullanıcılarının akıllarında güzel hatıralarla hatırladıkları, yedi sene üst üste dünyanın en iyi lounge’ı gibi ödülleri biriktirmiş bir mekan. Bunun gibi Heydar Aliyev Uluslararası Havalimanı da önemli ödüllere sahip oldu. Her iki proje de anlam olarak derinliği ve görsel olarak etkisi ile önemli Autoban imzaları olarak akıllarda iz bıraktı. Tasarım yaklaşımı ve malzeme kullanımındaki becerimiz ve cesaretimiz bizi güzel sonuçlara götürüyor ve dediğim gibi bu sürekli yenilenerek gelişiyor.

Peki ya evde geçirdiğin bu süreç...
Bir tasarımcı olarak senin yaşam alanlarına bakışını nasıl değiştirdi?

Tasarladığımız mekanların değişmesi gerektiği uzun zamandır üzerinde düşündüğüm bir konuydu fakat benim bu inancım biraz daha dürtüsel bir şekilde vuku buldu. 2013’te çocuk sahibi oldum. O zaman Beyoğlu’nda oturuyordum ki çok hikayesi olan bir tasarım yaklaşımı geliştirmiştim oturduğumuz evde. Endüstriyel bir zarifliği vardı... Aynı dönem eşimin sahibi olduğu restoran Münferit çok yoğun; ev sürekli kalabalık, sürekli davetler veriyoruz; yurt dışından sanatçılar ağırlıyoruz. Münferit’te sanatçı yemekleri, New York Times'da haberini gören oraya geliyor; yani çok özel bir kalabalıkla yoğun bir dönem geçiriyoruz. Bir yandan da iş hayatı da yoğun bir şekilde devam ediyor... Çok da özlüyorum o dönemi; şehirde öyle bir dönem bir daha yaşanmadı. Fakat 2013’te bana her şey fazla gelmeye başladı. Giyinme odama gidip altı valiz eşya ayıkladığımı hatırlıyorum. Dağıttım onları, her şeyi azalttım. Çok daha yalın olmak istedim. Hayattaki yüklerimden kurtulmak... Belki de olgunlaştım, bakış açım değişti. Bence iyi tasarım da böyle bir şey azaldıkça iyileşen...

Hayatında olan şeyler ile mesleki pratiğinin gelişimi çok örtüşüyor...

Çünkü bizim mesleğimiz hayata dair; dürtüsel. Yaşadığın bir meslek, hayatına aldığın... Koltuk ihtiyacın varsa onu tasarladığın, ardından belki de ofisin koleksiyonuna dahil ettiğin... Ama yine de tüm bu sürecin hem mesleki hem de kişisel hayatını geliştirdiği... Sonraki evlerimde de çok daha yalın olmaya karar verdim. Çok biriktirirdim eskiden ve keyif alırdım bundan, iyi ki
de biriktirmişim. Ama bana ağır geldiğini fark ettim. Hayatın basitleştirilmesi gerektiğini sanırım ben biraz daha önce fark etmiştim. Şimdi de herkes için böyle olması gerektiğine, böyle bir çağa girdiğimize inanıyorum. Lüksün tanımı çok önceden değişti bence; artık lüks, sahip olmakla ilgili değil; çok daha basit, yalın, anlamlı ve derin yaşamakla ilgili. Mekanlar da bu anlamda değişecek. Mesafe ve hijyenle ilgili gereklilikler belki de çok daha kolay temizlenebilir evler, ofisler tasarlamamızı gerektirecek; çok daha kolay adapte olabilen. Bunu da, malzeme tercihlerimiz takip edecek. Dünyanın ve insanların hafifleyeceğini düşünüyorum.

Röportaj Derya Gürsel Fotoğraf Mustafa Nurdoğdu

Curated No.10 sayısı için  tıklayın.

Read more

Erol Tabanca

Erol Tabanca

Alasdair Dundas

Alasdair Dundas

Your Cart

Your cart is currently empty. Click here to continue shopping.