Valerie Maltaverne

Paris’i tasarım açısından farklı kılan şey nedir sizce?
Tarih, estetik ve modernitenin eşsiz bileşimidir. Şehir, Haussmann binaları, açık renk taş yapıları ve çinko çatılarıyla güçlü bir görsel uyumu korumayı başarmış, bu da ona anında tanınan bir kimlik kazandırmış. Notre-Dame ve Louvre gibi tarihi anıtları; Centre Pompidou, Fondation Louis Vuitton ve La Défense gibi cesur modern yapılarla yan yana getiren bir şehir Paris. Burada meydanlar, bulvarlar ve bahçeler yalnızca dolaşmak için değil, aynı zamanda birer seyir ve tefekkür alanı olarak düşünülmüş; bu da “kentsel sahneleme” duygusunu güçlendiren bir vizyonun sonucu aslında. Yine lüks markalarıyla, stilin de dünya başkenti olmuş; bu durum iç mekanlarına, müzelerine, otellerine ve butiklerine yansımış. Özetle Paris’i farklı kılan, gündelik estetiği bile bir deneyime dönüştürme ve kamusal alanları görsel kültürel bir tecrübeye çevirebilme becerisidir.
YMER & MALTA’yı kurarken sizi harekete geçiren temel fikir neydi?
YMER & MALTA’nın temel fikri, zanaatkarlık ile yeniliği birleştirmek ve geleneğin cesur bir çağdaş vizyonla buluştuğu nesneler yaratmaktı. İstediğim şey; her malzemenin, her hareketin, her detayın bir hikaye anlattığı, nesnenin işlevinden de öte duygu ve hafıza taşıyıcısı olduğu bir alan yaratmaktı.
Çalışmalarınızı tanımlamak için sıklıkla “Exquisitely French” ifadesi kullanılıyor. Sizce bir tasarımı özünde Fransız kılan şey nedir?
“Doğası gereği Fransız” bir tasarımdan söz ederken, hem estetiğe hem de yaratım felsefesine dair birçok unsur öne çıkar. Fransız tasarımı, gösterişten ziyade incelik ve dengeyi önceleyen bir anlayışa sahip. Güzelliği ince bir şekilde işaret etmeyi, fazlalıktan kaçınarak zamansız bir zarafete yönelmeyi hedefler. Dekoratif sanatlar ve haute couture gibi sanat ve zanaatkar mirasından beslenir; ortaya çıkan nesneler veya mekanlar hep bir hikaye anlatır. Klasik kültüre dayanır, fakat aynı zamanda özgür yaratıcılığa, ironik ya da oyunbaz dokunuşlara da açıktır. Özetle “Exquisitely French” bir tasarımı var eden şey; zarafet, ustalıklı işçilik, kültürel miras ve yaşam sevincidir. Bu, işlevselliği estetiğe, gündeliği farklı bir deneyime dönüştürme sanatıdır.
Bir tasarımı hayal ederken malzemeyi mi, formu mu, yoksa kavramsal bir fikri mi ön planda tutuyorsunuz?
Benim için her şey fikirle, konseptle başlar. Malzeme ve biçim daha sonra gelir çünkü onlar fikri gerçeğe dönüştürmenin araçlarıdır. Ama kimi zaman da bir malzemenin asaleti (ahşap, kumaş veya metal olabilir) bana ilham verir ve biçimi önerir. Aslında bu durum her zaman yeni bir diyalogdur: Fikir yönü belirler, malzeme sınırları koyar, biçim ise ortaya çıkan dengeyi yansıtır.
Bir koleksiyonun ilk fikrinden bitmiş esere dönüşmesine kadar geçen süreçte en kritik aşama hangisi sizce?
Tasarım süreci bir zincir gibidir: İlham, tasarlama, prototip, üretim, bitiş. İlham olmazsa olmazdır, ama soyuttur. Nihai eser görünürdür, fakat öncesinde gelen süreçlere bağlıdır. En kritik aşama, kavramın somutlaşması (eskiz, maket, prototip) anıdır; çünkü fikirle nesne arasında köprü görevi görür. İşte bu noktada yaratıcı vizyon ile teknik kısıtlamalar arasındaki denge kurulur.
Teknolojinin (3D baskı, ileri malzeme araştırmaları) geleneksel el işçiliğiyle birleşmesi, tasarım nesnesinin ontolojisini nasıl dönüştürüyor?
Bence teknoloji ile zanaatkarlığın buluşması yalnızca üretim biçimini değil, nesnenin statüsünü de değiştiriyor. 3D baskı veya yeni malzemeler, daha önce hayal dahi edilemeyen biçim ve yapıları mümkün kılıyor; zanaatkarlık ise işin içine hafızayı, el emeğini, insani duyarlılığı katıyor. Bu iki boyut birleştiğinde nesne artık yalnızca işlevsel ya da dekoratif olmaktan çıkıyor; çağın bir tanığı, miras ile geleceğin birleştiği bir hibrit haline geliyor; yenilik ve şiirsellik taşıyor.
Carrara mermerini bir tüy kadar hafif kılma fikri ilk koleksiyonunuzu şekillendirdi. Malzeme seçiminde sizi en çok cezbeden şey nedir?
Malzeme seçimi yalnızca işlevsellik ya da estetikle ilgili değil, gerçek bir varoluş deneyimidir. Her malzeme bir hafıza taşır; tarihsel, kültürel ve simgesel... Aynı zamanda kendi dilbilgisini dayatır; ağırlık, direnç, doku gibi. Büyüleyici olan, bu kurallarla oynamak, onları bozmak ya da yüceltmektir; yani algımızı yerinden etmektir. Böylece bir malzeme alışılmışın dışında bir biçimde kullanılarak yeni bir gerçekliği ortaya çıkarabilir.
Aubusson dokumaları ya da marküteri gibi tarihsel teknikleri bugüne taşıma motivasyonunuz nereden geliyor? Fransa’nın tarihsel üretim geleneklerini yeniden elealışınız, bir tür “çağdaş arkeoloji” olarak da okunabilir mi?
Beni bu teknikleri yeniden hayata döndürmeye iten şey, zamanla kurulan diyalogdur. Aubusson halısı, ahşap kakmacılık… Yüzyıllar boyu süregelmiş jestleri, sabrı, güzelliği taşır. Onları yeniden yorumlamak, nostalji değil; bugüne bir yerleştirme biçimi olarak okunabilir. Ben buna bir tür “çağdaş arkeoloji” gözüyle bakmayı seviyorum: Mirası kazıp içinden yeni bir enerji, çağımıza hitap eden bir dil çıkarmayı...
Röportajın tamamı No.31 sayısında!
Röportaj: Seval Akbulak