Tiffany Bouelle

Çizime başlamadan önce zihninizi berraklaştırmak için uyguladığınız bir ritüel var mı?
Kendimi disiplinli biri olarak tanımlarım. Hazırlığın bir güne değil, bir sürece yayıldığına inanıyorum; bu da zamanı geldiğinde en iyi şekilde üretmemi sağlıyor. Hergün pratik yapıyorum. Kamusal bir performansı özgüvenle ve netlikle gerçekleştirebilmek,bunun sonucu. Zamanla ve istikrarla, izleyici karşısında, stüdyomdan çok daha farklı koşullarda ve performans kostümleri içinde dahi resim yapmayı öğrendim. Vücudum başlıca enstrümanım olduğu için ona özenle bakıyorum; özellikle beslenmeme dikkat ediyorum. Kısa süre önce alkolü bırakma kararı aldım; bu seçim hem işime hem de zihinsel berraklığıma büyük katkı sağladı. Gerçek anlamda dönüştürücü oldu.
Hiç kimseyle paylaşmadığınız, sadece size ait bir çiziminiz var mı?
Elbette, birçok çizimim çoğu zaman kamuya açık olmuyor. Her zaman yanımda siyah ciltli bir günlük taşırım; bu objeyi hem estetik olarak çok güzel buluyorum hem de hayatımın somut bir arşivini küçük ve sade bir formatta tutmamı sağlıyor. Bu defter, gecenin bir yarısı ortaya çıkan eskizlerle, olası iş birlikleri için fikir taslaklarıyla ve sanatsal videolara ait storyboard’larla dolu.
Moda dünyasından sanat alanına geçişinizde dönüm noktası neydi?
Bir araba çarpması sonucu on beş dakikalığına bilincimi kaybettim. Aynı kazada, sabah saatlerinde bir kişinin hayatını kaybettiğini ve hayatta kaldığım için çok şanslı olduğumu söylediler. Aylar boyunca, yaşlı ve yaralı bir bedenin içinde gibiydim. O deneyimden şu inançla çıktım: Genç ve sağlıklı olduğum sürece, hayal ettiğim her şeye adım atabilirim.
Sizce bir sanatçının özgürlüğü nerede başlar ve nerede biter?
Özgürlük, özellikle yetişkinliğe adım attıktan sonra, saf haliyle tam anlamıyla var olamıyor. Ama bana kalırsa esas mesele, zihni sürekli uyarılmış halde tutmak ve düzenli olarak konfor alanının dışına çıkmak. Bu meslek büyük bir belirsizlik barındırıyor; bu yüzden neden bu işe tutkuyla başladığımı kendime hep hatırlatıyorum.
Büyükbabanızdan geleneksel hat sanatını öğrenmek, sanatsal pratiğinizi nasıl etkiledi?
Tek bir zihinde kök salmış iki miras gibi... Bu olağanüstü miras, bana kendi tekniklerimi geliştirme fırsatı sundu. Çocukken Louvre’da ya da Musée Carnavalet’de gezerek aşina olduğum resimlerden çok farklı dokular yaratmama olanak verdi.
Sizce modernist dönemden bugüne Batı’nın Doğu estetiğine bakışında neler değişti, neler aynı kaldı?
Bu, kimin hakkında konuştuğunuza göre değişir. İki ülke arasında yaşıyorum ve ikisi de birbirini idealize etme eğiliminde. Japonya’da Fransa çok romantize ediliyor. Fransa’da ise Japonya algısı kişisel geçmişe bağlı olarak değişiyor ve çoğu zaman benim gündelik yaşamımda deneyimlediğim Japonya’yla pek ilgisi olmuyor. Ama sanat dünyasında, dünyayı dikkatle ve derin bir duyarlılıkla izleyen insanlarla karşılaşıyorum. Kültürel bellekte hala genellemeler mevcut ama sanatın içinde, Doğu estetiğine dair daha kişisel, daha dikkatli bir bakışın geliştiğini hissediyorum. Bu yaklaşım, egzotizmden çok ortak bir yankı üzerinden şekilleniyor.
Minimalist bir estetikle çalışırken,Doğu Asya’nın “ma” (boşluk) kavramıyla Batı’daki negatif alanalgısı arasında bir köprü kurduğunuzu düşünüyor musunuz?
Dolu ve boş arasındaki denge, kültürel melezliğin tam tanımı gibi geliyor bana. Resimlerimde bu felsefe kendiliğinden ortaya çıkıyor, hatta belki de kontrol edemediğim bir saplantıya dönüşüyor.
Röportajın tamamı No.31 sayısında!
Röportaj: Seval Akbulak