Alasdair Dundas
Doğduğun ve büyüdüğün ülkeyi, İskoçya’yı anlatır mısın biraz?
İskoçya, Highlands’de büyüdüm. Orada dünyanın merkezinde olduklarını düşünüyorlar. Fakat bu onları ülkelerinde tutmaya yetmiyor. İskoçlar yüzyıllardır, para kazanmak için farklı ülkelere gidiyor. Hong Kong’un yabancı iş adamları ve girişimcileri, Tai-Pan’lar arasındaydılar, İngiltere İmparatorluğu’nda kilit rollere sahiptiler. Birçoğu Singapur’un kurucuları arasındaydı ve Sovyetler Birliği ordularının mareşalleriydi. Falcon Scott ve David Livingstone gibi tarihte son derece önemli isimler İskoç’tu. Sanırım bu maceraperest ve kaşif ruhlarından kaynaklanıyor.
Bir maceraperest olarak çok sık seyahat ediyorsun. En sıra dışı seyahatin hangisiydi?
İki yaz önce Henry Cookson’ın düzenlediği Alaska seyahati kesinlikle. Davet edildiğim an da çok ilginçti. Temmuz ayında arkadaşımla oturuyorduk. Bana yazın devamında ne yapacağımı sormuştu, farklı bir şeyler yapmak istediğimi söyledim ona; Norveç’te somon avlasak ya da fiyortlara gitsek dedim. Tam o sırada, Henry Cookson’ın kuzeni Harry aradı ve beni Alaska’ya davet etti. Henry bu son derece maliyetli seyahati bir müşterisi için organize etmiş tüm ödemeler yapılmış fakat müşterisi son dakika sağlık sebeplerinden ötürü iptal edince, rezervasyonların boşa gitmemesi için yerine başka birilerini aramışlar. Tek yapman gereken toparlanıp Alaska’ya gelmek dediler. Tabii dedim! Nasıl hayır diyebilirim...
Sıra dışı bir yolculuktu. En yakın yerleşim yerine 5.000 mil uzakta olmak tuhaf bir histi. Kolayca kalkış ve iniş yapabilen tek pervaneli, son derece küçük bir uçakla gezdik Alaska’yı. Uçak o kadar küçüktü ki, ciddi anlamda üst üste oturmamız gerekiyordu. Savaş alanında arama kurtarma görevinde yer almış, deneyimli pilotların uçağı kullanıyor olması rahatlatıcıydı.
Uçakla Alaska’yı keşfetmek nasıl bir tecrübeydi?
Son derece lüks bir kabinde kalıyorduk; sabah uyandığımızda, havanın durumuna göre yola çıkıyorduk. Bir şelale görüp oraya iniş yapıyor, masa kurup yemek yiyorduk. Bir keresinde bir buzula iniş yaptık. Fakat en unutulmaz görüntülerden biri Utah Alpine’da çayırlarda gördüğümüz kır çiçekleriydi. Temiz havasını soluduğumuz dağlardan ayrılırken, uçağın kendini uçurumdan aşağı bırakıyor gibi hissettiren havalanışı etkileyiciydi. Hataya hiç yer yoktu. Bu uçaklara alışmak vakit alsa da çok eğlendiğimi söylemeliyim. Hatırladıkça güldüğüm anılar bıraktı geriye; uçak bir kanadı aşağı bir kanadı yukarıda kalacak şekilde eğim vererek dönüş yaparken, aynı zamanda bir fotoğrafçı olan pilotumuzun fotoğraf çekmekle ilgilenmesini şok içerisinde karşılamıştım. Uçuşlar konu olduğunda dünyanın en rahat insanı sayılmam, özellikle bu küçük uçaklarda.
Alaska’da en unutulmaz anın ne oldu?
Seyahatin bir noktasında hiçliğin ortasında kamp yaptık. Çadır kurduk, ayıların biz uykudayken çıkagelmemesi için alanı elektrikli çitlerle sardık. Daha sağlıklı bir karşılaşma için biz onların izini sürdük; epey yakınlarına kadar gittik. Rehberimiz, bu hayvanların insanlardan korkmadığını, hiç insan görmedikleri için zarar verme dürtülerinin de olmadığını söyledi. Muhtemelen gördükleri ilk insanlardık. Her şey ilkti. Rehberlerin izledikleri güvenli bir yürüyüş yolu yoktu, kimse bu yolları belirlememişti çünkü. Vahşi yaşamla gerçek anlamda iç içeydik. Bir uydu telefonumuz vardı, sadece açık havadayken kullanılabiliyordu. Sıra dışı bir tecrübeydi. Daha fazla böyle deneyimler yaşamayı iple çekiyorum.
Öyleyse, bir sonraki lüks tatil planın nedir?
Bhutan, Hindistan planlarım arasında. Bhutan'da Como Shambala’da ya da Aman’da konaklamak mümkün. Listemdeki bir diğer yer ise Kolombiya. Adaları göz alıcı, özellikle de Rosario Adaları. Kolombiya kocaman bir ülke tabii, gezecek keşfedecek çok noktası var. Henry Cookson burada da bir gezi gerçekleştirmişti aslında. Bu bakir yerlere düzenlediği turları çok seviyorum.
Tüm seyahatlerin arasında, neresi beklentilerinden farklı bir deneyim sundu?
Sanırım Japonya. Görülecekler listemin en üst sırasındaydı diyemem. Japonların çok soğuk ve iletişim kurması zor bir millet olacağını düşünüyordum. Fakat Japonya seyahatim fikirlerimi çok değiştirdi. Japonya’ya şans eseri büyülü sezonda, kiraz çiçeklerinin açtığı dönemde gittim. İlk fark ettiğim şey bir yerden bir yere gitmenin “mermi treni” dedikleri hızlı trenler sayesinde çok kolay olduğuydu. Uçakta gibi hissediyorsunuz, her şey kutuda, düzenli ve nizamlı geliyor. Alışık olduğum trenlerden çok farklı.
Japonya’da seni en çok etkileyen ne oldu?
Burası tarihi ve kültürüyle bambaşka bir deneyim vadediyor; Zen bahçeleri hayranlık uyandırıcı. 12. yüzyıldaki Zen bahçelerinin birebir aynılarını tasarlamışlar. O dönemler Japonya’da felsefe ve öğretilerin ne kadar ileri seviyede olduğunu bu bahçelerden anlıyorsunuz. Oysa ki, Avrupa’nın o dönemler medeni olduğu bile söylenemez. Batı uygarlıklarına o kadar odaklanmışız ki, hayata daha farklı bir gözle bakmanın mümkün olduğunu ancak bu kültürlerle karşılaşınca fark edebiliyoruz.
Japon kültürüne özgü seni şaşırtan gelenek veya davranışlar oldu mu?
Orada gözlemlediğim şeylerden biri yaşlılara ne kadar saygılı olduklarıydı. Taksi şoförlerinin beyaz eldiven giymesi de çok ilgimi çekmişti ve tabii bir de, asla bahşiş kabul etmeyişleri. Ücreti yuvarlayarak ödemek istediğinizde bile kabul etmiyorlar, saygıdeğer bir işleri olduğunu ve hizmetlerinin karşılığını zaten aldıklarını söylüyorlar. Japonya’nın genelinde geçerli bu. Seyahatlerde bahşiş konusu hep insanın aklını kurcalar, kültürden kültüre değişiklik gösterdiği için.
İstanbul’a dönecek olursak, bu şehir senin için ne ifade ediyor?
"Tüm dünyanın düşlediği şehir"; geçmişte böyle biliniyordu İstanbul. Beni 28 yıl kadar önce İstanbul’a getiren bir partiydi aslında. Partinin ertesi günüyse yurt dışından gelenler için bir İstanbul turu yapılacaktı. Ne yazık ki, zamanında uyanamadığımız için tura yetişemedik. Kendi başımıza gezeriz İstanbul’u dedik ama bu kötü bir fikirdi; Topkapı Sarayı, Ayasofya Camii gibi yerlerin yakınından geçemedik, Fatih’teki Tekfur Sarayı ve Pierre Loti’ye gittik. Çok iyi seçimler değildi doğrusu. Biri o zaman İstanbul’a yerleşeceğimi söylese, çok absürt gelirdi. Henüz Boğaz’ın büyüsüne kapılmamıştım. İstanbul demek Boğaz demek bence; bu sebeple bu şehirde yaşayıp Boğaz’ın uzağında kalmayı tercih edenleri anlamıyorum. Gelip geçenleri izlemenin yarattığı büyü başka. Bu şehrin her zaman gelenleri ve gidenleri var; İstanbul’u canlı ve dinamik kılan da tam olarak bu.
İstanbul’a ilk taşındığında, şehirde hayat nasıldı?
İstanbul’a 1994’te taşındım ve bana kalırsa, 1995-2010 arası şehrin altın çağıydı. Her yeni açılan restoran heyecan vericiydi, kulüp kültürü bambaşkaydı. Tekneyle kulüp kulüp dolaşabileceğiniz başka bir şehir dünyada yoktu. O dönem başka ülkelerden çok fazla insan yerleşti İstanbul’a, giderek daha kozmopolit bir şehre dönüştü. Fakat her şehrin altın çağı vardır. Ekonomik durumun iyi olduğu, iyi bir enerjinin şehre hakim olduğu bir dönem. Mesela, Londra’nın son altın çağı muhtemelen Tony Blair periyoduydu. Yine de İstanbul’un dünyanın gözünde her periyoduyla önemli olacağını düşünüyorum.
İstanbul’da keşfettiğin ve yurt dışından ziyarete gelen arkadaşlarını götürdüğün gizli lokasyonlar var mı?
İlk geldiğimde belirlediğim daha fazla yer vardı. Tempolu çalışmaya başlamadan önce, çıkıp yeni yerler keşfederdim. Salacak’a gider, sokaklarında gezer, ilginç dükkanları gezerdim. Son zamanlarda pek yapmıyorum. Tekneyle, Boğaz’a açılıp yüzmek keyifli geliyor, çok fazla insan yapmıyor bunu son zamanlarda.
Detoks hayatında önemli bir yere sahip. Rutininden bahseder misin?
İnsanlar her geçen gün detoksa daha fazla başvuruyor. Ben de sıkça yapıyorum, Master Cleanse metodunu tercih ediyorum; minimum bir hafta fasting ve lavman. Normal detoksu kendi başıma rahatlıkla yapıyorum fakat ciddi bir arınma için klinikleri tercih ediyorum.
Peki ya, “Retox” rutinin...
Aslında birçoğumuzun sahip olduğu hayat tarzına benzer. Çok alkol tükettiğim ve art arda partilere katıldığım dönemler oluyor. Bir denge kurmayı başardığın sürece sorun yaşamazsın. Bu dönemlerin dışında karbonhidratı ve yağlı yiyecekleri az tüketirsen vücudun dengede kalabiliyor. Hayat sürekli diyet yaparak geçmiyor, eğlenmeliyiz de. Kızarmış patatese nasıl hayır diyebilirsin mesela? Yemelisin ama dengelemek önemli. Dengemi bulmaya çalıştığım bu dönemlerde, çok spor yapıyorum, düzgün besleniyorum belki üç, dört kilo veriyorum; ve sürecin sonunda sistemimi temizlemiş oluyorum. Hatta haftaya başlamayı planlıyorum.
Senin için ideal wellness tesisi nasıl olmalı?
Çok fazla farklı seçenek var, kendi sevdiğinizi bulmanız gerek. Mesela, Buchinger Wilhelmi, bootcamp gibi; son derece katı. Vivamayr deneyimlediğim bir diğer tesis. New York’taki Lanserhof ise benim için en ideal olanı, Türkiye’de de Vitalica Wellness’ı tercih ediyorum. Hatta bu Nisan ayında Bodrum Vitalica’ya gideceğim.
İstanbul’da bugünlerde bir iş kuracak olsaydın ne üzerine olurdu?
Muhtemelen etkinlik organizasyonuyla ilgilenirdim. Organizasyon, bu şehirde çok dinamik bir alan. Keyif aldığım bir iş, ara sıra bu yönde tavsiyeler veriyorum ama profesyonel olarak yapmıyorum. James Bond partisi bu serüvenin başlangıcıydı. Sıra dışı bir parti organize etmek istedik, o dönem James Bond “The World Is Not Enough” filminin çıkışına denk geldi. Filmin, Küçüksu Kasrı ve Kız Kulesi’nde geçen sahneleri vardı; biz de filme özel partiyi Kız Kulesi’nde gerçekleştirdik. Çok ilgi gördü parti; insanlar arayıp özel jetleriyle nereye inebileceklerini soruyorlardı. 250 kişi katıldı, unutulmaz partiler arasında yer aldı. Halas’ta gerçekleştirdiğimiz Agatha Christie Cruise’u, İskoçya’da bir kalede ve Loch Ness Gölü kıyısında gerçekleştirdiğimiz etkinlikler; sayabileceğim diğer etkinlikler arasında. Fakat hepsini kendimiz ya da çevremizdekiler için yaptık. Akılda kalan işler yapmak için işin içine farklılık katmak şart. Örnek vermek gerekirse, Four Seasons’da gerçekleşen bir partide her yerde Dita von Teese’in hologram’ları vardı. İnsan boyutlarında olduğu için gerçek mi, değil mi ayırt edemiyordun. Sonunda Dita von Teese partiye bir gergedanın üzerinde belirerek katıldığında her şey netleşmişti. Parti harika olabilir ama böyle nüanslar katmak akılda yer etmesini sağlıyor.
Özgün ve farklı işleri seviyorsun; Sevan Bıçakçı bu yüzden mi dikkatini çekti?
Çiğdem Simavi, Nevbahar Koç’a kızı Leyla’nın bebeklik portresinin olduğu Sevan Bıçakçı tasarımı çok özel bir yüzük hediye etmişti. Nefis bir yüzüktü, fikrin uygulanışı çok başarılıydı. Sevan Bıçakçı büyük bir tutkuyla hikayesi olan tasarımlara imza atıyor. O gerçek bir sanatçı. Osmanlı dönemi ve Bizans dönemine dayandırıyor hikayelerini; tasarladığı haçlar yüzyıllar öncesinden kalma gibi duruyor; Vatikan kardinallerinin taktıklarına benziyor. Onun tasarladığı bir yüzüğüm var, göz alıcı bir portre var üzerinde. Mücevherler konusunda sevdiğim bir diğer şey ise tanımadığınız insanlarla bir sohbet başlatacak büyüye sahip olmaları. Yüzüğüm hemen fark ediliyor ve tasarımın ardındaki hikayeyi daha fazla insanla paylaşma fırsatı sunuyor.
Mücevher tutkun nereden geliyor?
Bunu hiç düşünmemiştim. Sanırım şöyle anlatabilirim, geçmişe bağlılık ve geçmişin hikayelerini aktarma arzusunu seviyorum. Geçmişe hayranlık duyuyorum. Kimileri geçmişle ilgilenmiyor, bugün ve yarını daha önemli buluyor fakat geçmişi anlamadan, bugünü de anlayamazsın. Tarihsel karakterlerin, aile ve hanedanlıkların dünyayı nasıl değiştirdiğini bilmek önemli. Bu figürlerin önemini ve şanını vurgulamak için becerilerini konuşturan da başarılı sanatçı ve tasarımcılar oluyor. Bu çerçevede mücevherleri bir sanat eseri olarak görüyorum.
Peki mücevher dışında, beğeniyle takip ettiğin bir Türk sanatçı var mı?
Çağdaş sanatçılardan bahsedecek olursak, Taner Ceylan kuşkusuz en olağanüstü Türk sanatçılardan. “The Lost Painting” serisinden özellikle bir esere hayranım. Gustave Courbet’nin “The Origin of Everything” eserini, oryantal kültürü temsil eden muhafazakar bir Osmanlı kadınının arkasına konumlandırması mükemmel tezatlığı oluşturuyor. Arkasındaki hikaye ve işleniş biçimi çok akıllıca; bu hayal gücü hoşuma gidiyor. Böyle bir hayal gücünün ortaya çıkması tabii topluma ve toplumun sanata ne kadar ulaşabildiğine bağlı. Bu da, Erol Tabanca, Ömer Koç gibi isimlerin girişimlerinin ve topluma kazandırdıkları müzelerin ne kadar önemli olduğunun altını çiziyor. İnsanların ziyaret edebileceği ve ilham alabileceği alanların olması çok önemli. Türkiye’de modern sanatın ve sanatçıların çok geliştiğini düşünüyorum.
Lüksün yeni tanımı nedir senin için?
Yeni lüks bulunması zor, daha kişisel bir kavrama dönüştü. Bana göre, Prada, Gucci, Chanel gibi büyük markalar ve ürünleri bu yeni lüks tanımının içinde değil. Üzerinizde bu tasarımlardan biri ya da bir Harry Winston yüzüğü olduğunda, kimsenin herhangi bir yorum yapacağını sanmam, üzerine konuşacak bir şey yok çünkü. Farklı bir şeye ihtiyaç var. Üstünüzde Connelly bir ceket varsa, biri bunu fark edip yorum yapacaktır. Neredeyse masonluk gibi; özel bir kulübün üyesi olmak gibi; benzer fikirdekilerin birbirini tanıması da denebilir... Yeni lüks objelerdense, çok deneyimlerle ilgili. Olağanüstü yetenekli birini dinlemek de lükstür mesela. Konser piyanisti bir arkadaşımın, St. Moritz’de Dracula isimli ünlü bir barda Lübnanlı bir kontrtenor olan Matteo El Khodr ile konser vermesi farklıydı. Bir soprano ile de o konser gayet güzel verilebilirdi ama bu denli farklı olmazdı. Türkiye bu tip zengin deneyimler yaratmak için fazlasıyla elverişli; eski yapılar ve harabeler buna çok uygun.
Röportaj Lara Akyel Fotoğraflar Emre Doğru Styling Aslıgül Arslanalp
Curated No.9 sayıcı için tıklayın.