Jaime Hayon
Dünya çapında takdir gören, çok özgün bir çizgin var. Tüm bunlar gerçekten sadece “tasarım okumayı denemek istiyorum” demenle mi başladı?
Her zaman çok meraklıydım; konu yaratıcılık olduğunda sınırları zorlamayı seven ve çevresi tarafından da böyle tanımlanan biriydim. Her zaman kendi perspektifimi bulma arayışındaydım. Minik minik kendi özgün tarzımı aramaya başladım. Benim gibi aklı sürekli yeni bir şeyler keşfetmekte, detaylarda olan biri sanırım sonunda nihai bir sonuca varıyor. Başlarda grafik tasarımıyla da uğraştım, skateboard’lar tasarladım. 17 yaşlarındayken, underground kültür bana çok çekici geliyordu. Oradaki yaratıcılık, özgürlük hissi beni kendine çekiyordu. Ben de yavaş yavaş tasarlamaya başladım; farklı ülkelere gittim. Farklı insanlarla tanıştım. Tasarımcı olarak çalışmaya başladım. Doğal akışta gelişti her şey. Ama her şey meraklı bir çocuk olmakla başladı sanırım.
Bir şeyler çizmenin senin için oksijen gibi olduğunu söylüyorsun... Nasıl başladı bu tutku? İlk çizgilerini, çizdiğin ilk suratı hatırlıyor musun? Evet kesinlikle, ben çizdikçe yaşadığımı hissediyorum. Çocukluğumdan beri böyleydim. Eğer aklınıza gelen bir şeyi kağıda aktarabiliyorsanız onun özünde, proporsiyonlarında bir doğallık olduğunu görüyorsunuz. Benim için çizmenin oksijen kadar gerekli olmasının sebebi bu. Çizmek bana özgürlük veriyor. Belki ilk çizimimin ne olduğunu hatırlamıyorum ama 5-6 yaşlarımda heyecanla bir şeyler çizdiğimi hatırlıyorum; şu an kendi çocuklarımın yaptığı gibi. Okulda, evde… Bazen mobilyaların üstüne… Her zaman bir şeylerin izini sürmeyi sevdiğimi, kurcalamaktan ne kadar keyif aldığımı hatırlıyorum. İlk defa ne zaman bir sanat eseri yaptığımı soruyorsan sanırım ilk kız arkadaşıma yazdığım mektup bir eserdi; çok güzel kelimeler, çok güzel ifadeler kullanılmıştı... Bence hala en iyi projelerimden biri.
Çağdaş tasarım kültürünün çok önemli bir aktörüsün, sektöre adım attığın andan bugüne ne gibi değişiklikler olduğunu düşünüyorsun? Kendini bu değişimde nasıl konumlandırıyorsun?
Üretmeye başladığımdan beri çok şeyin değiştiğini gördüm; kimisi olumlu kimisi olumsuz yöndeydi. İnsanoğlunun kapasitesinin artışı bahsettiğim olumlu gelişmelerden biriydi. Endüstrinin gelişimi, insanların elleriyle yapabildikleri, belki de tek bir düğmeye basarak yarattıkları ilham verici olmaya başladı. Daha da ilginçleşen bence bu dönemde insanlarla, insanlar için çalışmak oldu. Çünkü zanaatkarlık ve elle çalışmak teknolojinin ilerlemesiyle daha da ilginç bir hal aldı. 20 yılın ardından, her gün yeni bir şeylerin doğuşuna şahitlik ettikten sonra hiçbir şeyin imkansız olmadığını anladım. İş birliği yapmam gerektiğini fark ettim. Ben bu işe ilk başladığımda iletişim çok zordu şimdi ise iş birliği yaptığım markalardan oluşan bir ailem var. Sanırım bu kültürdeki yerimi de şöyle tanımlayabilirim; insanlar yaptığım işe saygı gösteriyor; sesime kulak vermek istiyor ve yaptığım işe pozitif yaklaşıyor. Üretimlerim, onlara bakanlarda geleceğe dair olumlu bir his bırakıyor, iyi bir şeyler olacağına dair bir hikaye anlatıyor; bu da beni çok mutlu ediyor.
Nüktedanlığı zanaatkarlık ile buluşturan muazzam bir tarzın var ve bunu tüm iş birliklerine yansıtabiliyorsun. Köklü uluslararası markalarla çalışırken kendi kimliğini korumanın sırrı nedir?
Öncelikle çok teşekkür ederim. Eğer iki taraf da kendi fikirlerini dayatmaktansa dinlemeyi tercih ediyorsa o iş birliği başarılı oluyor. Ben de çalıştığım markaları bu şekilde seçiyorum. Halihazırda ürettiğim bir obje olsa bile mirası olan bir marka ile daha yenilikçi daha özel bir şey ortaya koyabileceğimi düşünüyorsam o işe giriyorum fakat şöyle bir fark var; daha önce yaptığım şeyin o marka için bir versiyonunu, replikasını üretmiyorum. O objeyi tasarlamaya en baştan başlıyorum. Sanırım bu kişiye özel anlayışımız, her kimle iş birliği yaparsak yapalım fark yaratıyor.
Röportaj DERYA GÜRSEL Fotoğraf JAMES MOLLISON
Curated No.10'u satın almak için tıklayın.