Jonathan Olivares
Kendiniz için aldığınız ilk tasarım objesi neydi?
Sanırım ilk tasarım objem Jasper Morrison’ın Air Chair’iydi. Öğrenciyken New York’taki Moss’tan satın almıştım. Bu sandalyeyle yaşamak bana çok şey öğretti; kavramın netliği, oranlar ve işlevin dengesi. Bugün ise genellikle Mies van der Rohe’nin mobilyalarıyla çevrili bir ortamda yaşıyorum. Bu mobilyalar, mimariyle olan bağlantıları, sadelikleri ve radikallikleri nedeniyle benim için vazgeçilmez.
“Avrupa’da tasarımı keşfeden Bostonlu bir Meksikalıyım” diyorsunuz. ABD ile Avrupa’yı tarz ve yaklaşım açısından karşılaştırdığınızda ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?
Farklılıklar oldukça fazla, burada hepsini detaylandırmak zor. Ancak genel olarak bu farklar, mimari, eğitim ve tasarımcıların iş fırsatları arasındaki temel farklılıklardan kaynaklanıyor. Avrupa’nın mimarisi tasarımın uyumlandığı iç mekanları şekillendiriyor. Örneğin, Avrupa’daki dairelerde daha az vestiyer olduğu için daha fazla askılık kullanılıyor. Ofislerde yükseltilmiş zeminler olduğu için sistem panellerine gerek kalmıyor. Daha uzun ömürlü yapı malzemeleri nedeniyle tasarım farklı bir renk ve doku dünyasına yanıt veriyor. ABD daha mesleki bir yaklaşımı benimserken, Avrupa’da düşünme ve yazma daha fazla teşvik ediliyor. Ayrıca, ABD’de tasarım odaklı aile şirketleri neredeyse yok, bu da tasarımcıların çalışma koşullarını ve ortaya çıkan işleri etkiliyor.
Sizce tasarım düşüncesi 20. yüzyılın ortasında mı kaldı?
Hayır, kesinlikle değil.
Hem geçmişten hem de günümüzden sizi etkileyen tasarımcılar kimler?
Rehberlik için tasarıma bakmıyorum. İlhamımı film, fotoğraf, müzik ve kaykay gibi farklı disiplinlerden alıyorum. Spike Jonze, Harmony Korine, Andre 3000, RZA, Jim Jarmusch ve Jake Phelps gibi isimler benim için yıldız isimler.
Hangi dönem veya ülkenin estetiğinden en çok etkileniyorsunuz?
1960’ların İtalyan tasarımı benim için özel. Castiglioni, Magistretti, Mari, Zanuso ve Sapper gibi isimler de bu dönemin en önemli temsilcileri.
2000’lerin başında Paris’te Martin Margiela ve Münih’te Konstantin Grcic ile çalıştınız. Margiela’nın bütüncül mekan anlayışı ile Grcic’in bireysel objelere odaklanması arasındaki farklar sizin için ne ifade ediyor? Kendi işinizde bu iki yaklaşımdan birini tercih ediyor musunuz?
Bu deneyimler tasarım yolculuğumda önemli bir yer tuttu. Margiela’nın mekan yaratma anlayışı ve Grcic’in obje odaklı yaklaşımı çok farklıydı. Bu iki farklı ortamda çalışmak bana çok şey öğretti, ancak bu deneyimlerden öğrendiklerimi unutup kendi içimden gelenle çalışmaya başlamam yıllar aldı. Bugün fikirler üzerinde çalışıyorum ve fikirler ölçeği aşar.
Disiplinler arası tasarımcı Willo Perron ile iş birliğiniz, sadelik ve ölçek kullanımına bir övgü mü?
Kesinlikle. Florence Knoll, mobilyanın küçük ölçekli mimari olduğunu ve mekan, insan algısı ve etkileşimini etkilediğini gösteren bir paradigma yarattı. Mekan planlaması tasarıma en büyük katkılarından biriydi. Örneğin, bir masayı alçaltırsanız oda daha büyük hissedilir. Willo’nun kanepesi ölçeği mimari düzeye yaklaştırıyor; bu da kişisel ve samimi alanların öncelik kazandığı bir atmosfer yaratıyor.
Günümüz tasarımı işlevsellik, estetik ve inovasyon arasında bir denge arıyor. Sizin için tasarımın bu üçgeninde hangi yön öne çıkıyor?
Tasarımı sanattan ayıran şey işlevdir. Sanat, doğası gereği işlevsizdir ve gücünü buradan alır. Tasarım ise işlevseldir ve gücünü buradan alır.
Röportaj: Seval Akbulak