Sevan Bıçakçı
O, tarihi lüks ve zarafetle buluşturan bir sanatçı.
12 yaşındayken Hovsep Çatak’ın atölyesinde çalışmaya başladığınızı biliyoruz. O zamanlar sizi bu işin içine çeken neydi?
Fazla hareketli bir çocuktum ve okuldaki halim pek parlak gözükmüyordu. O zamanlar babamın benimle ilgili neden kaygılandığını iki çocuk babası olarak ancak şimdi anlayabiliyorum. İyi bir gözlemciydi rahmetli babam. Bardağın dolu tarafına bakıp; okul dışındaki sosyal becerilerime ve genel el hakimiyetime alan açmak adına beni Hovsep Usta’nın yanına çırak veren de odur. O çocuk halimle, hele ki o zamanlar, hayır deme lüksüm yoktu elbette. Öte yandan, nice gözlem, nice düşünce üzerine yaptığı bu yönlendirme için rahmetli babamı hep minnetle anarım. O zamanlar hem arkadaşı, hem de apartman komşumuz Hovsep Usta çok şefkatli ve düzgün bir insandı. Bir başka ustanın yanında aşırı merakım ve hareketliliğim yüzünden dayakla eğitilmeye çalışılan, yetenekleri artacağına körelen çıraklardan biri olur çıkardım belki. Beni gerçekten anlamaya çalışmış ve özellikle Hovsep Usta’yı seçmiştir babam.
Usta-çırak ilişkisi her sanat ve zanaat için değerli; peki söz konusu mücevher olunca usta-çırak ilişkisi size ne ifade ediyor?
“Çırağın hüneri ustasınınkini aşmazsa o zanaat ölür,” derdi eskiler. Eğer ustaysan yetiştirdiğin çırak günü geldiğinde ya halefin olacak, ya da rakibin. Her iki durumda da çırak ustasıyla gizliden rekabet etmek ve zaman içerisinde onu geçmek zorunda. Usta sınıfı da doğal olarak çırağa genel şeyleri gösterip, işin püf noktalarını gizli tutmaya meyillidir. Atölyesinin devamı olacaksa çırağında püf noktalarını kendi başına keşfedebilen; daha üst seviyede çözümler üretebilecek azim ve yetenek arar. Günümüzde usta-çırak geleneği mücevher üretiminin sanayileşmesine paralel olarak hızla bir nostalji olmaya doğru gidiyor. Belki de son Mohikanlar bizleriz. Kapalıçarşı ve çevresindeki hanlar bu açıdan eşi benzeri olmayan, gerçek bir müze.
2002’de çıkardığınız ilk koleksiyondan bugüne dek neler değişti, neler baki kaldı?
Temel felsefe aynı, yani el işçiliğine dayanan, tüm katmanlarıyla kültürümüzden beslenen, rekabet endişesiyle aceleye getirilmemiş, simgesel özellikleri öne çıkan, eşsiz parçalar tasarlamaya devam ediyoruz. 18 yıllık yolculuk zarfında bu amaca hizmet edecek bir sürü yeni teknik geliştirdik. Dolayısıyla, malzeme ve işçilik açısından günümüzde ortaya koymakta olduğumuz işler eski günlere kıyasla daha karmaşık.
Peki ya Kapalıçarşı’da bunca yıldır neler değişti, neler aynı kaldı?
Duvarları aynı ama içi değil… Kapalıçarşı kitlesel turizmin gelişimine göre yön belirler bir konumda; ziyaretçilerinin tercihlerine göre şaşırtacak hızla kabuk değiştirebiliyor. Son trendin belirleyicisi baharat, lokum, baklava ticareti ve türlü türlü taklit ürünler olmuş gibi. Zanaat alanlarında ise ciddi bir erime var. Hayatın gerçeklerine ayak uydurarak böyle bir noktaya varıldı. İdealist bakışla, tabii ki Kapalıçarşı’nın hak ettiği yerin bu olmadığını düşünüyorum. El emeğinin en üst düzeyde temsil edildiği bir yer olarak kalabilmesini, açık bir müze gibi ele alınmasını dilerdim.
Anadolu, Bizans ve Osmanlı’nın zengin kültürü ve tarihinden, mitlerden ve masallardan ilham alıyor, mücevherlerinize işliyorsunuz. Bu anlamda İstanbul’un sizin için çok ayrı bir yeri olmalı. İstanbul, size neler anlatıyor?
Sonsuz bir temas ve kaynaşma durumunu, kültürel zenginliği anlatıyor. Kimler gelmiş, kimler geçmiş ve daha neler neler olacak... Benim için dünyanın en katmanlı ve heyecanlı yeri İstanbul’dur ve mücevherim de aynen öyle olsun isterim.
İstanbul’da size en çok ilham veren yer neresi?
Aslında tamamının verdiği ilham benim için çok değerli. Buna rağmen illa ki tek bir mekan veya bölge seçmem gerekiyorsa Kapalıçarşı derim. Hayatımın neredeyse tamamı bu muhteşem zaman makinesinin içinde geçti. Sayesinde meslek öğrendim, küçük yaştan itibaren hem geçmişle ilgili, hem de geleceğe yönelik hayaller kurdum, dünyanın her köşesinden insan tanıma şansım oldu, ufkum genişledi.
Materyal, işçilik, tasarım... Mücevherlerle etkileyici ve bütüncül hikayeler anlatmanın püf noktaları neler?
Bir hikayenin doğrudan tercümesine benzer bir şey yapmaktansa, o hikayenin bana çağrıştırdığı şeyleri, ruhuma aktardığı duyguyu mücevher üzerinden ifade etmeye çalışırım. Hikayeyi bir rüyada yaşanmışçasına tekrar hatırlamaya ve kurgulamaya çalışmak benim için son derece mühim. Rüya denen şeyi çoğunlukla hayal meyal hatırlar, uçları birleştirmeye çalışırsınız. İşlerimin de benzer şekilde kafayı meşgul tutmasına gayret ederim.
Bu yıl Watches & Wonders Miami’de ilk saat koleksiyonunuzu sergilediniz. Neden saat, neden şimdi?
Zamanını nitelikli bir şeyler ortaya koyabilmek adına değerlendirmeye çalışan biriyim ama işimin doğası gereği bir sürü de maddi yükümlülük taşımak zorundayım. Bunlar son derece kısıtlayıcı faktörler. Şansım olsa çok daha fazla deney gerçekleştirir, çok daha fazla el işçiliği tekniği keşfetmenin peşine düşerdim. Bu konuda kıskanacağım adamların en başında Osmanlı saat ustaları geliyor. Hiçbiri saatçilik geleneğinden gelme değil; çünkü Osmanlı’da öyle bir gelenek yok. Mevlevi dervişleri olarak sadece kendilerini gerçekleştirmek adına birbirinden mükemmel eserler ortaya koymuşlar. Yanında yetişecekleri, feyz alabilecekleri herhangi bir usta yokmuş. Tamamıyla kendi çabalarıyla gerek süsleme, gerek mekanizma konularında olabilecek en üst ustalık mertebelerine ulaşmışlar. Yaptıkları hiçbir saat, birileri takdir etsin veya satın alsın diye yaratılmış değil. Bazısı var ki, yıllarını tek bir masa saatine adamış ve o parçayı bitirdikten sonra konuyu tamamıyla kapatmış; bir eserim daha olsun dememiş. Birçoğu gündüzleri saatleri üzerine çalışırlarken, akşam vakti geldiğinde dergahlarının önünde fakirlere yemek dağıtmış. Bence de zaman bu şekilde, telaşa zerre yer vermeden değerlendirilmeli. Oysa saatin işlevi günümüz koşullarında çok farklı; koşuşturan insanlar geç kalmama telaşıyla saatlerine göz attıkça anı yaşamanın önemini unutuyor. Benim saatlerim bu amaca yönelik değil. Mekanizmaları İsviçre yapımı; bol katmanlı kadranları saatin kaç olduğunun okunması işini biraz daha zahmet gerektiren bir mesele haline getiriyor. İşlev yerine estetiği ön planda tutarak, kaçıp duran bir zamanı kovalamak yerine anın güzelliğini yaşamanın gerekliliğine dikkat çekmek istedim. 85 adet saatin tamamlanması dokuz yıla yakın bir zaman aldı. Umarım Osmanlı saat ustalarına hak ettikleri şekilde şapka çıkarabilmişimdir.
Assouline’den "Sevan Bıçakçı: The Timekeeper" isimli ikinci kitabınızı çıkardınız. Kitabın ismi iddialı; bir hikayesi var mı?
Saat anlamına geldiğini biliyor olsak da, olduğu gibi dilimize çevirdiğimizde “timekeeper” kelimesi zaman muhafızlığı gibi tuhaf bir karşılık buluyor. Zaman muhafızlığı denen bir meslek olsa, Sevan bunu nasıl icra ederdi sorusunun cevabı kitap.
Hiç çıkarmadığınız mücevherleriniz var mı?
Daha çıraklığımda üretmiş olduğum ilk kolyem, çocuklarım ve eşimin isimlerinin baş harflerini taşıyan ve Anadolu’da yaşamış atalarımızın sembolünü taşıyan yüzüğüm, arkadaşlarımın beni düşünerek hediye etmiş olduğu tılsımlar, işlerini ve kişiliğini takdir ettiğim tasarımcı dostlarımın işleri, böyle bir sürü şey var hiç çıkarmadan taşıdığım.
İstanbul dışında bir de Miami’de bir mağazanız var. Neden Miami?
Birçok kişi Amerika’da neden New York değil de Miami diye soruyor. New York’ta yer açacak olsam eninde sonunda buluşacağım kitlenin bir ayağının da Miami’de olduğu söylenebilir. Üstelik Miami’deyken çok daha rahatlar, sanata ve tasarıma ayıracak çok daha fazla zamanları var. Öte yandan, New York’ta mağaza işletmek aynı şeyi Miami’de yapmaktan yaklaşık üç kat daha maliyetli. Benim gibi, kendi yağında kavrulan bir adam için New York doğru adım olmazdı. Asla yüksek mağaza giderleri yüzünden piyasa baskısı altına girmek istemem. Başkalarının istediklerini değil, kendi istediğimi üretebiliyor olduğum için çok şanslıyım. Bu hep böyle kalsın isterim.
Geçmişin mirasından ilham alan biri olarak, sizce biz yakın geleceğe nasıl bir miras bırakacağız? Siz nasıl bir miras bırakmak istiyorsunuz?
Üretim teknikleri sert dönüşümlerden geçiyor olsa da, yaratıcı insanların nefes alabilmek için gerekli oksijeni bulmaya devam edeceklerini düşünüyorum. Kişisel çabalarım içinden geldiğim usta-çırak geleneğinin devamına yönelik. Ancak gelenekten söz etmişken yanlış anlaşılmak istemem. Bana göre gelenek bir işin hep aynı şekilde görülmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Diğer her şey gibi gelenekler de evrime tabi. Nasıl Hovsep Usta’mdan aldığım bayrağı farklı bir noktaya taşımayı becerdiysem, atölyemden yetişen çırakların da gelecekte kendi dillerini bulmalarını ve zanaatımızı daha üst seviyelere taşımalarını diliyorum. Tükenmekte olan usta-çırak geleneğinin son temsilcilerine bu yönde iyi örnek olabilirsem ne mutlu bana!
Röportaj Elif Bayram Fotoğraf Michael Schoengram
Curated No.9'u satın almak için tıklayın.